Sahte Ara Formlar
Buraya kadar olan bölümlerde evrim teorisi için son
derece önemli olan ara geçiş formlarına ait fosillerin
bulunmadıklarından söz ettik. Ancak buna rağmen evrimci kitaplarda,
dergilerde veya bazı ders kitaplarında adı geçen “ara geçiş formları”
vardır. Hatta bunların birçoğu, örneğin Archæopteryx veya Lucy,
evrim teorisinin sembolü haline gelmiştir. Bazen de gazete ve
dergilerde, “kayıp halka bulundu” benzeri başlıklarla duyurulan haberler
okursunuz. Bu haberlerde, bulunan bir fosilin, evrimcilerin yıllardır
aradıkları ara geçiş formu olduğu iddia edilir. Öyle ise bu adı geçen
ara geçiş formları nelerdir?
Bu bölümde birçoğunu ele
alacağımız bu sözde ara geçiş formları, gerçekte ara formlar
değillerdir. Hepsi bir başka türle arasında ata-torun ilişkisi
bulunmayan, özgün ve eksiksiz yapıda türlere ait canlıların
fosilleridir. Ancak evrimciler taraflı yorumlarla, bazen sahtekarca
yöntemler kullanarak bunları ara formlar olarak tanıtırlar. İlerleyen
sayfalarda da görüleceği gibi, tüm bu sözde ara formlar evrimcilerin
arasında da ihtilaf konusudur. Hatta gerçekleri kabullenmekten
çekinmeyen bazı evrimciler bunların ara form olmadıklarını kabul ederek
duyurmaktadırlar.
Cœlacanth
Cœlacanth, yaklaşık 150 cm boyunda, iri
yapılı, zırhı andıran ve bütün gövdesini kaplayan kalın pullara sahip
bir balıktır. Kemiklibalıklar (Osteichthyes) sınıflamasına
aittir ve fosillerine ilk olarak Devoniyen(408-360 milyon yıl arası)
dönemine ait katmanlarda rastlanmaktadır. 1938 yılına kadar birçok
evrimci zoolog bu canlının, gövdesindeki iki adet çiftli yüzgeçleri
kullanarak deniz tabanında yürüdüğünü ve deniz-kara hayvanları arasında
bir geçiş formu olduğunu varsayıyordu. Evrimciler bu iddialarına dayanak
olarak ellerinde bulunan Cœlacanth fosillerinin
yüzgeçlerindeki kemikli yapıları gösteriyorlardı. Ancak 1938 yılında
yaşanan bir gelişme bu ara tür iddiasını tamamen çürüttü. Güney Afrika
Cumhuriyeti açıklarında canlı bir Cœlacanth ele geçirildi! Üstelik en az 70 milyon yıl önce ortadan kalktığı düşünülen bu canlı türü üzerinde yapılan incelemeler Cœlacanthların 400 milyon yıldır hiçbir değişikliğe uğramadıklarını gösteriyordu.
Focus dergisinin Nisan 2003 sayısında bu bulgunun meydana getirdiği şaşkınlık şu ifadelerle ortaya konmaktadır:
Aslında canlı bir dinozor
bulunmuş olsaydı, bu çok daha az şaşırtıcı olurdu. Çünkü fosiller
Coelacanth’ın, dinozorların sahneye çıkmasından 150-200 milyon yıl önce
var olduklarını gösteriyor. Birçok bilim insanının kara omurgalılarının
atası olarak gösterdiği, en az 70 milyon yıl önce yok olduğu sanılan
balık, canlı bulunmuştu! 111
Sonraki yıllarda hepsi canlı yaklaşık 200 tane Cœlacanth (Latimera chalumnae) ele
geçirildi. Hiçbir değişime uğramayan balıkların 150 ila 600 metre arası
derinlikte yaşadıkları ve mükemmel bir bedene sahip oldukları
anlaşıldı. 1987 yılında Max Planck Enstitüsü’nden profesör Hans Fricke,
Geo adındaki mini denizaltıyla, Afrika’nın doğusunda yer alan Komor
Adaları çevresinde 200 metre kadar derinliğe inerek bu canlıları doğal
ortamlarında gözlemledi. Gördü ki, kemikli yüzgeçler, tetrapodlarda
(dört ayaklı kara canlılarında) yürüme görevi gören uzantılarla hiçbir
işlevsel bağlantı göstermiyordu.
Focus dergisinde bu araştırmanın sonuçları şöyle aktarılmaktadır:
Esnek yüzgeçlerinin, dört ayaklı kara omurgalılarınınkine benzer bir işlevi yoktu. Bunlar, hayvanın baş aşağı ve geri geri de dahil olmak üzere, her yöne yüzmesini sağlıyordu.112
400 milyon yıllık dönemde hiçbir değişim izi göstermeyen bir canlı olan Cœlacanth evrimcileri çok zor durumda bırakmıştır. Üstelik Cœlacanthların
hiçbir değişim yaşamadığı 400 milyon yıllık dönemdeki kıta hareketleri
düşünüldüğünde evrimcilerin tamamen çaresiz kaldıkları görülür. Focus dergisinde bu konuda şunlar yazılmaktadır:
Bilimsel verilere göre, günümüzden yaklaşık 250 milyon yıl önce, tüm kıtalar birleşikti. Pangea adı verilen bu büyük kara parçasını tek ve dev bir okyanus çevreliyordu. Yaklaşık 125 milyon yıl önce, kıtaların yer değiştirmesi sonucunda, Hint Okyanusu açıldı. Günümüzde, Cœlacanthların doğal ortamlarının önemli bir parçasını oluşturan Hint Okyanusu’ndaki volkanik mağaralar da kıta hareketlerinin etkisiyle ortaya çıktı. İşte tüm bu verilerin ışığında önemli bir gerçek daha karşımıza çıkıyor. Yaklaşık 400 milyondan beri var olan bu hayvanların, doğal ortamlarında meydana gelen bunca değişikliğe rağmen değişmediği gerçeği!113
Canlısı bulunana kadar evrimci propogandaya malzeme olan bir balık: Coelacanth Yıllarca balıklarla sürüngenler arasındaki ara geçiş formu olarak tanıtılan Coelacanth, 1938 yılında canlısının bulunmasıyla, evrimcilerin sözde deliller listesinden çıkartıldı. |
Tam 400 milyonluk dönemde Cœlacanth’da
hiçbir değişiklik yaşanmaması, canlılığın evrimle ortaya çıktığı ve
canlılarda sürekli bir evrim olduğu teziyle açıkça çelişmektedir.
Dahası Cœlacanth, evrim teorisinin hayali
bir geçişle birbirine bağladığı deniz ve kara canlıları arasındaki derin
uçurumu ortaya çıkarmaktadır. Profesör Keith S. Thomson’un The Story of the Coelacanth (Cœlacanth‘ın Hikayesi) ismini taşıyan kitabında şu bilgiler aktarılmaktadır:
Örneğin, bilinen en eski Cœlacanth (Diplocercides) da, kesinlikle aynı biçimde bir rostral organa (kafatasının içinde bulunan peltemsi bir maddeyle dolu kese ve ona bağlı altı tüp, zoologlarca rostral organ olarak adlandırılıyor), özel bir kafatası eklemine, içi boş bir sırt ipine (notokord) ve az sayıda dişe sahipti. Tüm bunlar, grubun Devoniyen dönemden beri (400 milyon yıldır) hemen hemen hiç değişmediğini gösterdiği gibi, fosil kayıtları arasında büyük bir boşluğun olduğunu da gösteriyor. Çünkü, Cœlacanthların hepsinde görülen ortak özelliklerin ortaya çıkışını gösteren ata fosiller zincirine sahip değiliz.114
Coelacanth‘ın Evrimi Reddeden Kompleks Yapısı
Cœlacanth‘ın hiçbir atası olmadan aniden ortaya çıkışı ve milyonlarca yıl boyunca hiçbir değişime uğramamasının yanında, Cœlacanthların
kompleks yapıları da evrimciler açısından büyük bir sorundur. Güney
Afrika’da bulunan dünyaca ünlü JLB Smith Balık Bilimi Enstitüsü’nün
yöneticisi profesör Michael BrutonCœlacanth‘ı son derece karmaşık bir hayvan olarak tanımlamaktadır.
|
Coelacanth’ın canlısının bulunmasıyla, bu balık üzerinde çok detaylı incelemeler yapıldı. |
Doğum, bu canlıların kompleks özelliklerinden biridir. Cœlacanthlar
yavrularını doğumla dünyaya getirirler. Portakal büyüklüğündeki
yumurtaları, balığın içindeyken çatlar. Üstelik yavruların annenin
bedeninden plasenta benzeri bir organ sayesinde beslendiklerine dair
bulgular mevcuttur. Plasenta anneden yavruya oksijen ve besin sağlamanın
yanı sıra yavrunun bedeninde solunum ve sindirimden arta kalan
maddeleri uzaklaştıran kompleks bir organdır. Karbonifer döneme ait
(360-290 milyon yıl önceki dönem) embriyo fosilleri böyle kompleks bir
sistemin memelilerin ortaya çıkmasından çok önce var olduğunu
göstermektedir. 115
Öte yandan, Cœlacanthların çevredeki
elektromanyetik alanlara duyarlı olduğunun tespit edilmesi bu canlılarda
kompleks bir duyu organının da varlığını göstermiştir. Bilim adamları
balığın rostal organının beyne bağlandığı sinirlerin düzenine bakarak,
bu organın elektromanyetik alanları algılama görevini yürüttüğünü kabul
etmektedirler. Bu mükemmel organın en eski Cœlacanthfosillerinde
dahi mevcut olması, diğer kompleks yapılarla birlikte ele alındığında
evrimcilerin çözümleyemeyeceği bir sorun ortaya çıkarmaktadır. Focus dergisinde bu sorun şöyle ifade edilmektedir:
Fosillere göre, balıkların ortaya çıktığı tarih,
günümüzden yaklaşık 470 milyon yıl öncesine denk geliyor. Cœlacanth’ın
ortaya çıkması ise bu tarihten 60 milyon yıl sonra. Çok ilkel
özelliklere sahip olması beklenen bu yaratığın, son derece karmaşık bir
yapı sergilemesi şaşkınlık uyandırıyor.
Tüm bunlar evrim teorisine büyük birer darbedir:
Plasenta benzeri bir organın ve elektromanyetik dalgaları algılayan
kompleks yapıların bu kadar eski dönemlerde kusursuz şekilde
bulunduklarının gösterilmesi, doğa tarihinde evrim teorisinin iddia
ettiği gibi basitten komplekse doğru aşamalı evrim yaşanmadığını açıkça
göstermektedir.
Cœlacanth’tan Evrime Bir Başka Darbe Daha: Kan Özellikleri
1966 yılında ele geçirilen bir Cœlacanth yakalandıktan hemen sonra donduruldu. Bilim adamları balığın kanı üzerinde inceleme yaptıklarında çok şaşırdılar:Cœlacanth, köpek balığı kanı taşıyordu!
Cœlacanth dışındaki tüm kemiklibalıklar (Osteichthyes), deniz suyu içip, fazla tuzu gövdelerinden atarak su gereksinimlerini karşılarlar. Cœlacanth’ın gövdesinde bulunan sistem ise, kıkırdaklıbalıklar (Chondrichthyes)
sınfında bulunan köpek balığının gövdesindeki sistem gibidir. Köpek
balığı, proteinlerin parçalanması sonucunda açığa çıkan amonyağı üreye
dönüştürür ve insan için ölümcül olabilecek düzeylerde üreyi kanda
tutar. Çevredeki suyun tuzluluk oranına göre kanda bulunan bu maddelerin
oranı ayarlanır, sonuçta kan, deniz suyu ile izotonik duruma
geldiğinden (içteki ve dıştaki suların ozmotik basınçları eşitlendiği,
yani aynı yoğunluğa ulaştıkları için) dışarıya su kaybı olmaz. Cœlacanth’ın karaciğerinin üre üretmek için gereken enzimlere sahip olduğu da ortaya çıkarılmıştır. Yani Cœlacanth,
dahil edildiği sınıflamada başka hiçbir türde bulunmayan ve ancak on
milyonlarca yıl sonra köpek balıklarında ortaya çıkan özgün kan
özelliklerine sahiptir.
Focus, Cœlacanth‘da köpek balığı
kanı bulunmasını, profesör Keith S. Thomson’un ifadesiyle “evrimsel bir
sorun” olarak nitelemektedir. Dergi sorunu daha açık hale getirmekte ve
moleküler analizlere dayanılarak, kıkırdaklıbalıklar sınıfındaki köpek
balıklarıyla, kemikli balıklar sınıfındaki Cœlacanthlar
arasında hiçbir evrimsel akrabalık kurulamadığını belirtmektedir.
Görüldüğü gibi iki canlı arasındaki benzerliğe getirilecek hiçbir evrim
yanlısı açıklama bulunmamaktadır. Evrimcilerin çoğu benzerliği
açıklamada başvurdukları moleküler analiz yöntemleri bile bu konuda bir
işe yaramamaktadır. Getirilebilecek tek açıklama, bu canlıların ortak
bir yaratılışla, yani Allah’ın yaratışıyla yaratıldıkları gerçeğidir.
Seymouria
Seymouria, bazı evrimcilerin “sürüngenlerin atası” olarak gösterdikleri bir amfibiyen türüdür. Oysa Seymouria‘nın bir ara form olamayacağı, Seymouria‘nın
yeryüzünde ilk kez ortaya çıkışından 30 milyon yıl öncesinde de
sürüngenlerin yaşadıklarının bulunmasıyla ortaya çıkmıştır. En eski Seymouria fosilleri, Alt Permiyen tabakasına, yani bundan 280 milyon yıl öncesine aittir. Oysa bilinen en eski sürüngen türleri olan Hylonomus ve Paleothyris, Alt Pensilvanyen tabakalarında bulunmuşlardır ki, bu tabakalar 330-315 milyon yıl öncesine aittir.116 ”Sürüngenlerin atası”nın sürüngenlerden çok sonra yaşamış olması, elbette imkansızdır.
Therapsida
Therapsidler, evrimcilerin sürüngenlerle
memeliler arasında ara geçiş formu olarak gösterdikleri bir canlı
türüdür. Bu iddianın geçersizliğini önceki bölümlerde incelemiştik,
burada kısaca yineleyelim.
Therapsida takımına ait canlıların
fosilleri, evrimcilerin iddialarını kanıtlamaz. Herşeyden önce
Therapsidler fosil kayıtlarında Darwinizm tarafından beklenen kronolojik
sırada ortaya çıkmazlar. Evrimcilerin iddialarının doğru olabilmesi
için, Therapsida fosillerinin en fazla sürüngen çenesi özelliği
taşıyandan en fazla memeli çenesi özellikleri taşıyana doğru bir çizgi
izlemesi gerekmektedir. Ancak fosil kayıtlarında böyle bir sıra
görülmemektedir.
Ünlü Darwinizm eleştirmeni Philip Johnson, Darwin on Trial adlı kitabında bu konu hakkında şu yorumu yapar:
(Sürüngenler ve memeliler arasında) Suni bir soy kökeni çizgisi oluşturulabilir, ancak bu yalnızca farklı alt gruplara ait türleri keyfi olarak karıştırarak ve onları kronolojik sıra dışında düzenleyerek gerçekleştirilebilir.117
Therapsidlerin memelilerle ortak olan tek
özelliği kulak ve çene kemikleridir. Sürüngenlerin ve memelilerin üreme
sistemleri ve diğer organlarındaki büyük farklılıklar incelendiğinde
ise, sürüngenlerin memelilere nasıl evrimleşmiş olabileceği sorusunun
cevaplanmaktan çok uzak olduğu görülecektir. Daha da ileriye gidecek
olursak, işler daha da zorlaşacaktır; özellikle de, primatlar, atlar,
yarasalar, balinalar, kutup ayıları, sincaplar, geviş getirenler gibi
birçok farklı kategoriyi içeren bir grup olan memelilerin nasıl olup da
tesadüfi mutasyonlar ve doğal seleksiyon ile sürüngenlerden evrimleşmiş
olabilecekleri sorusu, cevapsızdır.
Archæopteryx
Archæopteryx, evrimcilerin kuşların sözde evriminde delil gösterdikleri en önemli canlıdır. Pek çok evrimci Archæopteryx‘in
hem sürüngen hem kuş özellikleri gösteren bir ara geçiş formu olduğunu
öne sürer. Ancak günümüzde Alan Feduccia gibi evrimci otoriteler dahi bu
iddianın geçersiz olduğunu kabul etmektedir.
Günümüzden yaklaşık 150 milyon yıl önce yaşamış olan Archæopteryx‘in
fosilleri üzerinde yapılan son incelemeler bu kuşun bir ara geçiş formu
değil, sadece günümüz kuşlarından biraz daha farklı özelliklere sahip,
soyu tükenmiş bir kuş türü olduğunu ortaya çıkarmıştır.
Evrimcilerin Archæopteryx ile ilgili ara geçiş formu iddiaları ve cevapları
1. Sonradan bulunan göğüs kemiği: Yakın zamana kadar Archæopteryx‘in
“sternum”unun, yani göğüs kemiğinin olmaması, canlının uçamayacağının
en önemli kanıtı olarak gösterilmekteydi. (Göğüs kemiği, uçmak için
gerekli olan kasların tutunduğu göğüs kafesinin altında bulunan bir
kemiktir. Günümüzde uçabilen veya uçamayan tüm kuşlarda, hatta kuşlardan
çok ayrı bir familyaya ait olan uçabilen memeli yarasalarda bile bu
göğüs kemiği vardır.)
Ancak 1992 yılında bulunan yedinci Archæopteryx fosili bu argümanın yanlış olduğunu gösterdi. Zira bu son bulunanArchæopteryx fosilinde evrimcilerin çok uzun zamandır yok saydıkları göğüs kemiği vardı. 118
Bu bulgu, Archæopteryx‘in tam uçamayan bir yarı kuş olduğu yönündeki iddiaların en temel dayanağını geçersiz kıldı.
2. Tüylerin yapısı: Archæopteryx‘in gerçek anlamda uçabilen bir kuş olduğunun en önemli kanıtlarından bir tanesi de hayvanın tüylerinin yapısı oldu. Archæopteryx‘in
günümüz kuşlarınınkinden farksız olan asimetrik tüy yapısı, canlının
mükemmel olarak uçabildiğini gösteriyordu. Ünlü paleontolog Carl O.
Dunbar’ın belirttiği gibi, “tüylerinden dolayı bu yaratık tam bir kuş özelliği gösteriyordu”.119
Paleontolog Robert Carroll ise konu hakkında şu açıklamayı yapar:
Archæpoteryx’in uçuş tüylerinin geometrisi modern uçucu kuşlarınki ile tamamen aynıdır, uçucu olmayan kuşların ise tüyleri simetriktir. Tüylerin kanat üzerindeki düzeni de modern kuşlarınkiyle benzerdir… Van Tyne ve Berger’e göre Archæopteryx’in kanatlarının boyutu ve şekli, tavuk cinsinden kuşlar, kumrular, ağaçkakanlar, çulluklar ve tüneyen ötücü kuşların çoğu gibi bitki örtüsünün sınırlı açıklıkları boyunca hareket eden kuşlarınkine benzerdir… Uçuş tüyleri en az 150 milyon yıldan beri durağandır (değişmemiştir).120
3. Kanatlarındaki pençeler ve ağzındaki dişler: Evrimciler Archæopteryx‘in
kanatlarında pençeler ve ağzında dişler olmasını, bu canlının bir ara
geçiş formu olduğunun en önemli delili olarak sayıyorlardı. Oysa bu
özellikler canlının sürüngenlerle herhangi bir şekilde bir ilgisi
olduğunu göstermez. Zira günümüzde yaşayan iki tür kuşta, Touraco corythaix ve Opisthocomus hoazin‘de
de dallara tutunmaya yarayan pençeler bulunmaktadır. Ve bu canlılar,
hiçbir sürüngen özelliği taşımayan, tam birer kuştur. Dolayısıyla Archæopteryx‘in kanatlarında pençeleri olduğu ve bu sebeple de bir ara form olduğu yolundaki iddia geçersizdir.
Archæopteryx‘in ağzındaki dişleri de yine
canlıyı bir ara form kılmaz. Evrimciler bu dişlerin bir sürüngen
özelliği olduğunu öne sürerek yanılmaktadırlar. Çünkü dişler
sürüngenlerin tipik bir özelliği değildir. Günümüzde bazı sürüngenlerin
dişleri varken bazılarının yoktur. Daha da önemli olan nokta, dişli
kuşlarınArchæopteryx‘le sınırlı olmamasıdır. Günümüzde dişli
kuşların artık yaşamadıkları bir gerçektir, ancak fosil kayıtlarına
baktığımız zaman gerek Archæopteryxile aynı dönemde gerekse
daha sonra, hatta günümüze oldukça yakın dönemlere kadar “dişli kuşlar”
olarak isimlendirilebilecek ayrı bir kuş grubunun yaşamını sürdürdüğünü
görürüz.
Daha önemlisi ise, Archæopteryx‘in
ve diğer dişli kuşların diş yapılarının, bu kuşların sözde evrimsel
ataları olan dinozorların diş yapılarından çok farklı olmasıdır. L. D.
Martin, J. D. Stewart ve K. N. Whetstone gibi ünlü kuş bilimcilerin
yaptıkları ölçümlere göre, Archæopteryx‘in ve diğer dişli kuşların dişlerinin üstü düzdür ve geniş kökleri vardır. Oysa bu kuşların atası olduğu iddia edilen Theropod dinozorlarının dişlerinin üstü testere gibi çıkıntılıdır ve kökleri de dardır.121Aynı araştırmacılar, aynı zamanda Archæopteryx ile onun sözde ataları olan Theropod dinozorlarının bilek kemiklerini karşılaştırmışlar ve aralarında hiçbir benzerlik olmadığını ortaya koymuşlardır.122
Archæopteryx‘in
dinozorlardan evrimleştiğini iddia eden en önde gelen otoritelerinden
biri olan John Ostrom’un, bu canlı ile dinozorlar arasında öne sürdüğü
bazı “benzerlik”lerin ise gerçekte birer yanlış yorum olduğu S.
Tarsitano, M. K. Hecht ve A. D. Walker gibi anatomistlerin
çalışmalarıyla ortaya çıkmıştır.123
4. Archæopteryx‘in kulak yapısı: A. D. Walker, Archaeopteryx‘in kulak bölgesini de incelemiş ve kulak yapısının günümüz kuşları ile aynı olduğunu belirtmiştir.124
|
resim1: Hoatzin resim 2: Theropod dinozoru çizimi |
5. Archæopteryx‘in kanatları: Wales
Üniversitesi, Biyoloji Bilimleri Enstitüsü’nden J. Richard Hinchliffe
embriyolar üzerinde modern izotopik teknik kullanarak, kuşların
kanatlarının II, III ve IV. parmaklardan oluşurken, Theropod dinozorlarının ellerinin I, II ve III. parmaklardan oluştuğunu saptamıştır. Bu Archæopteryx-dinozor bağlantısını savunanlar için büyük bir problemdir.125 Hinchliffe’nin araştırma ve gözlemleri, ünlü bilim dergisi Science‘ın 1997 yılındaki bir sayısında şöyle yayınlanmıştır:
Theropodlarla kuş kemikleri arasındaki homoloji, “dinozor-kökeni” hipotezi ile ilgili diğer bazı problemleri akla getirmektedir. Bunlardan bazıları şunlardır: (i) Archæopteryx kanadı ile kıyaslandığında, (vücut büyüklüğüne göre) theropodun çok daha küçük olan ön kolu. Bu tip küçük kollar oldukça büyük bir dinozorun yerden yukarıya doğru havalanması için ikna edici bir ön kanat değildirler. (ii) Theropodlardaki bilek kemiği, sadece dört türde bulunmaktadır. Theropodların çoğu çok daha fazla sayıda bilek kemiğine ait parçalara sahiptir. Bunun Archæopteryx ile benzerlik oluşturması çok zordur. (iii) Zamanlama ile ilgili bir paradoks ise, pek çok Theropod dinozorunun ve özellikle de kuşa benzeyen dromaesaur’ların fosil kayıtlarında Archæopteryx’den daha sonra bulunmalarıdır.126
7. Zamanlama Uyumsuzluğu: Hinchliffe’nin belirttiği “zamanlama uyumsuzluğu”, evrimcilerin Archæopteryx hakkındaki
iddialarına en öldürücü darbeyi indiren gerçeklerden biridir. Amerikalı
biyolog Jonathan Wells 2000 yılında yayınlanan Icons of Evolution (Evrimin İkonaları) adlı kitabında, Archæopteryx‘in
evrim adına adeta bir “ikona” (kutsal sembol) haline getirildiğini,
oysa delillerin bu canlının “kuşların ilkel atası” olmadığını açıkça
gösterdiğini vurgular. Wells’e göre bunun göstergelerinden biri, Archæopteryx‘in atası olarak gösterilen theropod dinozorların, aslında Archæopteryx‘ten daha genç olmalarıdır:
Yerde koşan koşan iki
ayaklı dinozorlar, Archæopteryx’in teorik atalarından beklenebilecek
bazı özelliklere sahiptirler, ama (fosil kayıtlarında) Archæopteryx’ten
daha sonra ortaya çıkarlar.127
Tüm bunlar, Archæopteryx‘in bir ara geçiş
formu olmadığını; sadece “dişli kuşlar” olarak isimlendirilebilecek ayrı
bir sınıflandırmaya ait olduğunu gösterir. Bu canlıyı theropod
dinozorlarla ilişkilendirmek ise, son derece tutarsızdır. Amerikalı
biyolog, Richard L. Deem de “Demise of the ‘Birds are Dinosaurs’ Theory“(“Kuşlar Dinozordur” Teorisinin Sonu) başlıklı makalesinde, kuş-dinozor evrimi iddiası ve Archæopteryx hakkında şunları yazmaktadır:
Son çalışmaların sonuçları göstermektedir ki, theropod dinozorların elleri (ön kol kemiklerindeki) birinci, ikinci ve üçüncü hanelerden türemiştir, ama kuşların kanatları, ikinci, üçüncü ve dördüncü hanelerden türerler… ‘Kuşlar dinozordur’ teorisiyle ilgili başka problemler de vardır. Theropodların ön ayakları Archæopteryx’le kıyaslandığında, vücutlarına göre çok küçüktür. Bu canlıların ağır vücutları da düşünüldüğünde, bir tür “ön-kanat” (proto-wing) geliştirmeleri olası gözükmemektedir. Theropod dinozorların çok büyük bölümü (kuşlarda bulunan) semilunatik bilek kemiğinden yoksundur ve Archæopteryx’te hiçbir benzeri bulunmayan bazı bilek parçalarına sahiptir. Bütün theropodlarda V1 sinirleri diğer bazı sinirlerle birlikte kafatasını yandan terk eder, kuşlarda ise aynı sinirler kafatasını ön taraftan kendilerine ait bir delikten geçerek terk eder. Bir başka sorun ise, Theropodların çok büyük kısmının Archæopteryx’ten daha sonra ortaya çıkmış olmalarıdır.128
8. Diğer eski kuş fosilleri: Son dönemlerde bulunan bazı fosiller, Archæopteryx‘le ilgili evrimci senaryonun geçersizliğini başka yönlerden ortaya koymuştur.
|
Confuciusornis |
1995 yılında Çin’de
Omurgalılar Paleontolojisi Enstitüsü’nde araştırmalar yapan Lianhai Hou
ve Zhonghe Zhou adlı iki paleontolog, Confuciusornis olarak isimlendirdikleri yeni bir fosil kuş keşfettiler. 150 milyon yıllık Archæopteryx‘e
yakın bir yaştaki (yaklaşık 140 milyon yıllık) bu kuşun dişleri yoktu,
gagası ve tüyleri ise günümüz kuşlarıyla aynı özellikleri
göstermekteydi. İskelet yapısı da günümüz kuşlarıyla aynı olan bu kuşun
kanatlarında, Archæopteryx‘te olduğu gibi pençeler vardı. Kuyruk tüylerine destek olan “pygostyle” isimli yapı bu kuşta da görülüyordu.129Kısacası, evrimciler tarafından tüm kuşların en eski atası sayılan ve yarı sürüngen kabul edilen Archæopteryx‘e çok yakın bir yaşa sahip olan bu canlı, günümüz kuşlarına çok benziyordu. Bu gerçek, Archæopteryx‘in bütün kuşların ilkel atası olduğu yönündeki evrimci tezlerle çelişiyordu.
Çin’de Kasım 1996′da bulunan bir başka fosil, ortalığı daha da karıştırdı. 130 milyon yaşındaki Liaoningornis isimli bu kuşun varlığı L. Hou, L. D. Martin ve Alan Feduccia tarafından Science dergisinde yayınlanan bir makaleyle duyuruldu. Liaoningornis,
günümüz kuşlarında bulunan uçuş kaslarının tutunduğu göğüs kemiğine
sahipti. Diğer yönleriyle de bu canlı günümüz kuşlarından farksızdı. Tek
farkı, ağzında dişlerinin olmasıydı. Bu durum, dişli kuşların, hiç de
evrimcilerin iddia ettikleri gibi ilkel bir yapıya sahip olmadıklarını
gösteriyordu.130 Nitekim Alan Feduccia,Discover dergisinde yayınlanan yorumunda, Liaoningornis‘in, kuşların kökeninin dinozorlar olduğu iddiasını geçersiz kıldığını belirtmişti.131
Archæopteryx‘le ilgili evrimci iddiaları çürüten bir başka fosil ise, Eoalulavis oldu. Archæopteryx‘ten 25-30 milyon yıl daha genç, yani 120 milyon yaşında olduğu söylenen Eoalulavis‘in
kanat yapısının aynısı, günümüzdeki bazı uçan kuşlarda görülüyordu. Bu
da 120 milyon yıl önce, günümüzdeki kuşlardan birçok yönden farksız
canlıların göklerde uçmakta olduklarını ispatlıyordu.132
2002 yılında ise R. N. Melchor, S. de Valais, and J. F. Genise adlı bilim adamları Nature dergisinde,Archæopteryx‘ten 55 milyon yıl önce yaşamış kuşlara ait ayak izleri bulduklarını açıkladılar:
Kuşların bilinen tarihi Geç Jurasik dönemde (150 milyon yıl öncesi civarında) Archæopteryx ile başlar… Biz burada, Arjantin’in fosil yataklarından, Geç Triyasik döneme ait açıkça kuş özellikleri gösteren, iyi korunmuş ve zengin, bilinen ilk kuş iskeleti kayıtlarından en az 55 milyon yıl önceye ait ayak izlerini tanımlıyoruz.133
|
120 milyon yaşında olduğu belirlenen Eoalulavis |
Böylece Archæopteryx ve diğer arkaik
kuşların birer ara geçiş formu olmadıkları kesin bir biçimde ispatlanmış
oldu. Fosiller, farklı kuş türlerinin birbirlerinden evrimleştiklerini
göstermiyorlardı. Aksine, günümüz kuşlarının ve Archæopteryx benzeri bazı özgün kuş türlerinin beraberce yaşadıklarını ispatlıyorlardı. Bu kuşların bazılarının, örneğin Confuciusornis veya Archæopteryx‘in soyları tükenmiş, günümüze ancak az sayıdaki kuş gelebilmiştir.
Jeholornis
Çin’de bulunan ve Jeholornis olarak
adlandırılan bir kuş fosilinin uzun bir kuyruğa sahip olması, bazı
evrimcilerin bu fosili kuşların dinozorlardan evrimleştiğine delil
olarak göstermelerine neden oldu. Oysa, doğadaki birçok canlı türü bir
diğeri ile benzer özellikler taşıyabilmektedir ve bu türlerin birçoğunun
arasında evrimciler dahi evrimsel bir bağ kuramamaktadırlar. Sözgelimi
ahtapotların göz yapısı insanların göz yapısı ile çok benzerdir. Ama
ahtapotlarla insanlar arasında evrimsel bir bağ olduğunu evrimciler dahi
iddia etmemektedirler. Sineklerin de kuşlar veya yarasalar gibi
kanatları vardır, ancak bu türlerin hiçbiri arasında evrimciler
açısından dahi, evrimsel bir akrabalık olduğunu öne sürmek mümkün
değildir. Dolayısıyla dinozorlarla kuşlar arasında benzer bazı
özellikler olması dinozorların kuşların atası olduğuna delil olarak
gösterilemez. Nitekim, yıllarca kuşların dinozorlardan evrimleştikleri
teorisine karşı çıkan ve bu teorinin yanlışlarını ortaya koyan kuş
bilimci profesör Dr. Alan Feduccia, bir evrimci olmasına rağmen, bu
konuda şu tespitte bulunmaktadır:
Eğer biri tavuk iskeleti ile dinozor iskeletine dürbünle bakarsa, ikisinin benzer olduğunu düşünebilir. Ancak yakından ve detaylı bir inceleme aralarında pek çok farklılık olduğunu ortaya çıkarıyor. Theropod dinozorlarının örneğin, eğri ve testere gibi uçları olan dişleri vardı, ancak ilk kuşların düz ve kanca gibi dişleri vardı ve uçları testere gibi değildi. Ayrıca her iki türün dişleri farklı şekillerde çıkıyor ve yenileniyordu. 134
|
Jeholornis adlı kuşun çizimi ve fosili |
Ayrıca, farklı canlı
gruplarının özelliklerini üzerinde barındıran “mozaik canlılar”ın var
olduğu bilinen bir gerçektir ve bunların evrim teorisine delil olmadığı
Stephen Jay Gould gibi önde gelen evrimci otoriteler tarafından da kabul
edilmiştir.135
|
Stephen Jay Gould |
Örneğin Avustralya’da yaşayan Platypus,
memeli, sürüngen ve kuş özelliklerini aynı anda üzerinde taşımaktadır.
Ancak evrimciler bu canlıya teorileri açısından bir açıklama
getirememektedirler. Bir kuşun uzun bir kuyruğunun olması da, onun
dinozorlardan evrimleştiğine delil olmaz. Evrim teorisinin bulması
gereken canlılar “ara formlardır”, mozaik canlılar değildir. Ara
formlar, eksik, yarım, işlevini tam göremeyen organlara sahip olan
canlılar olmalıdır. Oysa mozaik canlıların sahip oldukları organların
her biri eksiksiz ve kusursuzdur. Örneğin Jeholornis tam ve güçlü bir uçucu kuştur.
Ayrıca bulunan bu fosilin 100 milyon yıllık olduğu tespit edilmiştir. Bu kuştan yaklaşık 50 milyon yıl önce uçabilenArchæopteryx gibi
kuşlar zaten bulunmaktadır. Kuşların yarı dinozor-yarı kuş atalarının
kendilerinden 50 milyon yıl sonra yaşıyor olduklarını iddia etmek,
elbette mantıklı değildir.
Microraptor gui
2003 yılının Ocak ayında, Microraptor gui adı
verilen 130 milyon yıllık bir fosil dünyaya duyuruldu. Bu fosilin dört
kanatlı ve ağaçtan ağaca süzülen bir dinozora ait olduğu ileri sürüldü,
bu bulgunun kuşların dinozorlardan evrimleştiği teorisine kanıt olduğu
iddia edildi. Ancak çok kısa bir süre sonra bu iddiayı destekleyecek
delil olmadığı bilim adamları tarafından açıklandı.
|
Platypus |
Örneğin National Geographic dergisinin Mayıs
2003 sayısında Christopher P. Sloan tarafından kaleme alınan ve
“Kanatların Efendisi” başlığını taşıyan bir yazıda, Microraptor gui‘nin
evrimciler açısından kafa karıştırmaya devam ettiği, birçok bilim
adamının bu canlının uçamayacağı yönünde yorumlar yaptığı
belirtilmektedir. Sloan bu konuda şunları söylemektedir:
Ancak bilim adamları M. gui’nin havalanacak kadar hızlı koştuğunu düşünmüyor. Ayrıca nasıl bir engelli koşucu uzun etek giyip koşmaya kalkarsa tökezler, ayak tüyleri M. gui’yi de aynı şekilde tökezletmiş olabilir. Bilim adamlarına göre bu bol tüyler belki de uçan sincaplarda olduğu gibi paraşüt etkisi meydana getiriyordu. 136
Başka bilim adamları bu hayvanların ağaçtan ağaca
süzülürken uçmaya başladığı varsayımına da itiraz ediyorlar: Daha kolayı
varken bu canlıların kanat çırpıp enerji harcamalarını akla yatkın
görmüyorlar. Ayrıca bazı araştırmacılar M. gui‘nin ayak tüylerinin süzülerek bile olsa uçmaya elverişli olmadığını öne sürüyor.
Kısacası dino-kuş teorisi sadece propaganda ve önyargıyla sürdürülen bir dogmadır. Microraptor gui örneğinde de görüldüğü gibi, bu yönde yapılan her spekülasyon zaman içinde çürüyüp terk edilmeye mahkumdur.
“Sinovenator changii”, kuşların atası değildir
|
Sinovenator changii |
Evrimciler Çin’de bulunan 130 milyon yıllık “Sinovenator changii” isimli dinozor fosilinin kuşların atası olduğunu öne sürmektedirler. Oysa bilinen en eski kuş olan Archæopteryx, günümüzden 150 milyon yıl önce yaşamıştır, yani söz konusu fosilden 20 milyon yıl daha yaşlıdır. Bu durumda, Sinovenator changii‘nin
kuşların atası olması imkansızdır, çünkü günümüz kuşları ile aynı
özelliklere sahip kuşlarla aynı dönemlerde, hatta onlardan 20 milyon yıl
sonra yaşamıştır.
Sinovenator changii’nin fosilinde tüylere
rastlanmamış olmasına rağmen bazı evrimciler bu canlının “muhtemelen
tüylü olduğunu” varsaymaktadırlar. Bu varsayıma dayanak olarak ise, bu
fosilin bulunduğu bölgedeki diğer dinozor fosillerinin tüylü oldukları
gösterilmektedir.
Fosilde tüyler bulunmamasına rağmen, bu fosilin
tüyleri olduğunu varsaymak ve bundan yola çıkarak “dinozorlar kesin
olarak kuşların atasıdır” sonucunu çıkarmak elbette ki bilimsel
değildir. Dahası, sözü edilen Yixian Bölgesi’nde daha önce bulunan
dinozor fosillerindeki tüyler tartışmalıdır. Birçok bilim adamı, bu
dinozorlardaki yapıların tüy olmadığı görüşünde birleşmektedir.
Öne sürülen diğer hiçbir
“tüylü dinozor” adayı da kesin değildir. Bu canlıların fosillerinde bazı
“tüyümsü” yapılara rastlansa da, bunların gerçekte tüy olmadıkları
belirlenmiştir. Önceki sayfalarda da incelendiği gibi Fedduccia gibi
otoriteler bu yapıların “kolajen fiberleri” olduğunu ve tüy olarak kabul
edilmelerinin büyük hata olacağını savunmaktadırlar.137
Atın Evrimi Masalı
Memelilerin kökeni konusu içinde önemli bir yer tutan
başlık, uzunca bir zamandır evrimci kaynakların baş tacı ettikleri
“atın evrimi” efsanesidir. Bu bir efsanedir, çünkü bilimsel bulgulara
değil, hayal gücüne dayanır.
“Atın evrimi”ni sembolize ettiği iddia edilen
şemalar, yakın bir zamana kadar, evrim teorisine kanıt olarak gösterilen
fosil sıralamalarının en başında gelmekteydi. Oysa bugün pek çok
evrimci, atın evrimi senaryosunun geçersizliğini açıkça kabul
etmektedir. Kasım 1980′de Chicago Doğa Tarihi Müzesi’nde 150 evrimcinin
katıldığı, dört gün süren ve kademeli evrim teorisinin sorunlarının ele
alındığı bir toplantıda söz alan evrimci Boyce Rensberger, atın evrimi
senaryosunun fosil kayıtlarında hiçbir dayanağı olmadığını şöyle
anlatmıştır:
Yaklaşık 50 milyon yıl
önce yaşamış dört tırnaklı, tilki büyüklüğündeki canlılardan bugünün
daha büyük tek tırnaklı atına bir dizi kademeli değişim olduğunu öne
süren ünlü atın evrimi örneğinin geçersiz olduğu uzun zamandır
bilinmektedir. Kademeli değişim yerine, her türün fosilleri bütünüyle
farklı olarak ortaya çıkmakta, değişmeden kalmakta, sonra da soyu
tükenmektedir. Ara formlar bilinmemektedir.138
|
Bir müzede bulunan bu at serisi, farklı zamanlarda ve farklı yerlerde yaşamış bazı canlıların keyfi diziliminden oluşmaktadır. Atın sözde evriminin fosil kayıtlarında hiçbir delili yoktur. |
Rensberger, dürüst bir tutumla atın evrimi
senaryosundaki bu önemli sorunu dile getirirken aslında tüm teorinin
fosil kayıtlarındaki en büyük açmazı “ara geçiş formları açmazı”nı
gündeme getirmiştir.
Atın evrimi şemaları hakkında Amerikan Doğa Tarihi
Müzesi’nden ünlü evrimci paleontolog Niles Eldredge de, hala İngiltere
Doğa Tarihi Müzesi’nin alt katında duran bu şema hakkında şunları
söyler:
Hayatın doğası hakkında her biri birbirinden hayali bir sürü kötü hikaye vardır. Bunun en ünlü örneğiyse, belki 50 yıl önce hazırlanmış olan ve hala alt katta duran atın evrimi sergisidir. Atın evrimi, birbirini izleyen yüzlerce bilimsel kaynak tarafından büyük bir gerçek gibi sunulmuştur. Ancak şimdi, bu tip iddiaları ortaya atan kişilerin yaptıkları tahminlerin, yalnızca spekülasyon olduklarını düşünüyorum.139
resim2: 25 milyon yıl önce resim3:50 milyon yıl önce |
Peki “atın evrimi”
senaryosunun dayanağı nedir? Bu senaryo, Hindistan, Güney Amerika, Kuzey
Amerika ve Avrupa’da değişik zamanlarda yaşamış, farklı tür canlılara
ait fosillerin evrimcilerin hayal güçleri doğrultusunda küçükten büyüğe
doğru dizilmesiyle oluşturulan şemalarla ortaya atılmıştır. Farklı
araştırmacıların öne sürdüğü 20′den fazla atın evrimi şeması vardır.
Hepsi de birbirinden farklı olan bu soy ağaçları hakkında evrimciler
arasında da görüş birliği yoktur. Bu sıralamalardaki tek ortak nokta, 55
milyon yıl önceki Eosen devrinde yaşamış Eohippus (Hyracotherium)
adlı köpek benzeri bir canlının atın ilk atası olduğuna inanılmasıdır.
Oysa atın milyonlarca yıl önce yok olmuş atası olarak sunulan Eohippus, halen Afrika’da yaşayan ve atla hiçbir ilgisi ve benzerliği olmayan Hyrax isimli hayvanın hemen hemen aynısıdır.140
|
Atın ilk atası olduğuna inanılan Eohippus, günümüzde Afrika’da yaşayan Hyrax ile çok benzerdir ve atla hiçbir ilgisi ve benzerliği yoktur. |
Atın evrimi iddiasının tutarsızlığı, her geçen gün ortaya çıkan yeni fosil bulgularıyla daha açık olarak anlaşılmaktadır. Eohippus ile aynı katmanda, günümüzde yaşayan at cinslerinin de (Equus nevadensis ve Equus occidentalis) fosillerinin bulunduğu tespit edilmiştir.141 Bu,
günümüzdeki at ile onun sözde atasının aynı zamanda yaşadığını
göstermektedir ki, atın evrimi denen sürecin hiçbir zaman yaşanmadığının
kanıtıdır.
Evrimci yazar Gordon R. Taylor, Darwinizm’in açıklayamadığı konuları ele alan The Great Evolution Mystery (Büyük Evrim Gizemi) adlı kitabında at serileri efsanesinin aslını şöyle anlatır:
Darwinizm’in belki de en ciddi zafiyeti, paleontologların, büyük evrimsel değişiklikleri gösterecek olan akrabalık ilişkilerini ve canlı sıralamalarını ortaya koyamamalarıdır… At serisi genellikle bu konuda çözüme kavuşturulmuş olan yegane örnek gibi gösterilir. Ama gerçek şudur ki, Eohippus’tan Equus’a kadar uzanan sıralama çok tutarsızdır. Bu sıralamanın, giderek artan bir vücut büyüklüğünü gösterdiği iddia edilir, ama aslında sıralamanın ileriki aşamalarına konan canlıların bazıları (sıralamanın en başında yer alan) Eohippus’tan daha büyük değil, daha küçüktürler. Farklı kaynaklardan gelen türlerin biraraya getirilip ikna edici bir görüntüye sahip olan bir sıralamada arka arkaya dizilmeleri mümkündür, ama tarihte gerçekten bu sıralama içinde birbirlerini izlediklerini gösteren hiçbir kanıt yoktur.142
Fosil kayıtlarında, atlar tüm özellikleriyle, tam olarak bulunmaktadırlar. Eğer atlar evrimle meydana gelmiş olsalardı, bu sayfada i ve yukarıdaki resimlerde görüldüğü gibi ara aşamalardan geçmeleri gerekecekti. Ancak fosil kayıtlarında bu tür ara formlar kesinlikle bulunmamaktadır. resim1:Günümüze ait tam ve kusursuz bir at. resim 2: Hayali bir ara form örneği. Eğer atlar evrimcilerin iddia ettiği gibi evrimle meydana gelseydi, her aşamada sakat, garip, ucube canlılar meydana gelecekti. Ancak fosil kayıtları, atların tarihinde bu tür eksik ve kusurlu canlılar olmadığını, atların, tüm diğer canlılar gibi bir kerede, kusursuz ve eksiksiz olarak yaratıldıklarını göstermektedir. resim 3: Fosil kayıtlarında hiçbir örneği olmayan hayali bir ara geçiş formu. resim 4: Çok sayıda örneği olan kusursuz bir at. resim 5-6: Fosil kayıtlarında hiçbir örneği olmayan hayali ara geçiş formları. |
Tüm bu gerçekler, evrim teorisinin en sağlam
delillerinden birisi gibi sunulan atın evrimi şemalarının, hiçbir
geçerliliğe sahip olmayan hayali sıralamalar olduklarını ortaya
koymaktadır. Diğer türler gibi atlar da, evrimsel bir ataya sahip
olmadan var olmuşlardır.
Ramapithecus
Ramapithecus, evrim teorisinin en büyük ve
en uzun süren yanılgılarından birisi olarak kabul edilir. Bu isim, 1932
yılında Hindistan’da bulunan ve insan ile maymun arasında 14 milyon yıl
önce meydana gelen ayrımın ilk basamağı olduğu iddia edilen fosil
kayıtlarına verilmişti. Bulunduğu 1932 yılından, tamamen bir hatadan
ibaret olduğu anlaşılan 1982 yılına kadar 50 sene boyunca da evrimciler
tarafından kesin bir delil olarak kullanıldı.
Amerikalı evrimci Dr. Elwyn Simons, Ramapithecus hakkında Scientific American‘ın Mayıs 1977 sayısında şöyle yazmıştı: “Bu
soyu tükenmiş primat, hominid soy ağacımızdaki ilk halkalardan biridir.
Bulunan yeni örnekler onu insan evriminde hak ettiği yere
yerleştirmiştir.” Simons daha sonra güvenle ekliyordu: “(Ramapithecus sayesinde) Homo türüne kadar olan yol, bir çelişki korkusu olmaksızın açılmıştır.” 143
|
resim 1:Dryopithecus, resim 2:Ramapithecus |
Ramapithecus‘un insan evrimindeki önemi Simons’ın Time dergisine yazdığı Kasım 1977 tarihli yazıdan da anlaşılmaktaydı. Şöyle diyordu: “Ramapithecus
insanın tam bir atası olması için dizayn edilmiş gibidir. Eğer atamız
değilse, elimizde kesin hiçbir kanıt yoktur.”144
Dr. Robert Eckhardt tarafından 1972′de Scientific American‘da yayınlanan birkaç sayfalık makalede Dryopithecus (soyu tükenmiş bir goril türü) ileRamapithecus dişleri
arasında yapılan 24 farklı ölçümün sonuçlarına yer verilmişti. Dr.
Eckhardt, bu ölçümlerle daha önce şempanzeler arasında yaptığı ölçümleri
karşılaştırmıştı. Bu karşılaştırmalara göre, halen yaşamakta olan
şempanzelerin dişleri arasındaki fark, Ramapithecus ve Dryopithecus arasındaki farktan daha fazlaydı. Eckhardt vardığı sonucu şöyle özetliyordu:
Eğer hominid kavramından kastedilen şey, ufak bir yüze ve ufak bir çeneye sahip bir maymun değilse, bu süre içinde (14 milyon yıl önce) herhangi bir insan-maymun arası canlının yaşadığına dair elimizde delil yoktur.145
Richard Leakey’in de aynı Eckhardt gibi Ramapithecus hakkında birtakım şüpheleri vardı. Leakey’e göre birkaç çene kemiğinden ibaret olan Ramapithecushakkında kesin bir yargı yürütmek için çok erkendi. Bu fikirlerini Leakey, “Ramapithecus’un yeri doldurulamaz değildir ve parçalanmış fosil buluntuları pek çok soruyu beraberinde getirmektedir” 146 diyerek özetliyordu.
İnsanlardaki çene yapısının, maymunlardaki “U”
biçiminin aksine, konuşmaya olanak verecek biçimde parabolik (“V”
biçimli) olduğu uzun zamandan beri bilinmekteydi. Ramapithecus‘un ise insanlardaki gibi parabolik bir çeneye sahip olduğu düşünülmekteydi.
1961′de Elwyn Simons’un yaptığı Ramapithecus‘un
alt çene parçasına dayanan YPM 13799 kodlu hatalı rekonstrüksiyonlar,
kesici dişler dışındaki dişlerde tamamen parabolik bir yapı
gösteriyordu. Bu rekonstrüksiyon birçok yazar tarafından kabul edilmiş
ve çeşitli çalışmalarda kullanılmıştı. 1969′da Genet-Varcin ikilisi ise,
aynı parçaları kullanarak aynı maymunlardaki gibi “U” şekilli tamamen
değişik rekonstrüksiyonların yapılabileceğini gösterdiler. Ayrıca
yaşayan maymunlardan da Ramapithecus karakterine sahip olan birçok tür vardı. Etiyopya’nın yüksek kesimlerinde yaşayan bir babon türü (Theropithecus galada), aynen Ramapithecus ve Australopithecine‘de olduğu gibi kısa, derin bir yüze ve öbür maymunlara göre küçük kesici ve doğrayıcı dişlere sahipti.
Bu yeni ara geçiş formunun bir yanılgı olduğu ve soyu tükenmiş bir orangutandan başka birşey olmadığı ise, Science dergisinde yayınlanan 1982 tarihli “İnsanlık Bir Atasını Kaybediyor” başlıklı makalede şöyle ilan edildi:
Harvard Üniversitesi paleoantropologlarından David Pilbeam’a göre bugüne kadar atalarımızdan olduğunu düşündüğümüz bir grup canlı aile ağacımızdan çıkartılıyor. Birçok paleoantropolog, Ramapithecusların bizim Afrika maymunlarından hemen ayrılmamızdan sonraki bilinen en eski atalarımız olduğunu söylemekteydi. Ancak bunlar birkaç diş ve çene parçasına dayanıyordu. Pilbeam’a göre büyük çene ve kalın mineyle kaplı dişler insan atalarının özelliklerini taşıyor belki; ancak alt çene kemiğinin pozisyonu, birbirine yakın gözler, damağın şekli gibi daha belirgin özellikler bunun bir orangutan atası olduğunu gösteriyor.147
Turkana Çocuğu
|
Farklı insan ırkları evrime delil değildir |
Afrika’da bulunan Homo erectus örneklerinin en ünlüsü, Kenya’daki Turkana Gölü yakınlarında bulunan “Turkana Çocuğu” fosilidir.
Bu fosilin sahibinin 12 yaşında bir çocuk olduğu ve büyüdüğü zaman
yaklaşık 1.83 m boyunda olacağı saptanmıştır. Fosilin dik iskelet yapısı
günümüz insanından farksızdır. Amerikalı paleoantropolog Alan Walker, “ortalama bir patoloğun bu fosilin iskeletiyle, günümüz insanı iskeletini birbirinden ayırmasının çok güç olduğunu” söyler. Walker kafatasını gördüğünde güldüğünü, çünkü kafatasının “bir Neandertal kafatasına aşırı derecede benzediğini” yazar.148 Neandertaller günümüz insanın bir ırkıdırlar. Dolayısıyla Homo erectus da yine günümüz insanın bir ırkıdır.
Üstteki tezi savunan bilim adamlarının vardığı sonuç, “Homo erectus, Homo sapiens‘ten farklı bir tür değil, Homo sapiens içindeki bir ırktır” şeklinde de özetlenebilir. Bir insan ırkı olan Homo erectus ile “insanın evrimi” senaryosunda kendisinden önce gelen maymunlar (Australopithecus, Homo habilis ve Homo rudolfensis) arasında
ise büyük bir uçurum vardır. Yani fosil kayıtlarında beliren ilk
insanlar, evrim süreci olmadan, aynı anda ve aniden ortaya çıkmışlardır.
Lucy
Lucy 1974 yılında Amerikalı antropolog Donald
Johanson tarafından bulunan ünlü fosilin adıdır. Birçok evrimci Lucy’nin
insanla maymunsu ataları arasındaki ara geçiş formu olduğunu iddia
etmiştir. Ancak ilerleyen yıllarda yapılan incelemeler Lucy’nin sadece
nesli tükenmiş bir maymun türü olduğunu ortaya çıkarmıştır.
Lucy, önceki sayfalarda bahsedilen ve bir maymun türü olduğu, insanın evrimi ile ilgisi olmadığı ortaya konanAustralopithecus genusuna ait bir türü temsil etmektedir. Bu türün (Australopithecus afarensis) şempanzelerle
aynı büyüklükte bir beyni vardır, kaburgaları ve çene kemiği günümüz
şempanzeleriyle aynı şekildedir, kolları ve bacakları canlının bir
şempanze gibi yürüdüğünü göstermektedir. Hatta leğen kemiği de
şempanzelerinki gibidir.149
Daha önce de bahsedildiği gibi, evrimciler Lucy’nin dahil olduğu Australopithecus grubuna
ait canlıların maymun özellikleri göstermelerine rağmen, insana benzer
bir duruş ve yürüyüş şekli olduğunu öne sürmektedirler. Oysa yapılan
incelemeler bunun doğru olmadığını göstermiştir. Harvard
antropologlarından William Howells, Lucy’nin yürüyüş şeklinin
insanlarınkine bir geçiş olmadığını yazmaktadır:
Lucy’nin yürüyüşünün tam olarak anlaşılmadığına ve Lucy’nin ihtiyaçlarını başarıyla karşılıyor olmasına rağmen, bizim yürüyüşümüze geçişe benzer bir şey olmadığına dair genel bir görüş birliği var. 150
|
Lucy adlı fosili bulan Donald Johanson (sağda), bir başka A. afarensis fosilini incelerken. |
California
Üniversitesi’nden antropoloji profesörü Adrienne Zihlman, Lucy’nin
fosilinin pigme şempanzelerle dikkat çekecek şekilde benzer olduğunu
belirtmektedir. 151
Bilim yazarı Dr. Jeremy Cherfas da, New Scientist dergisinde yayınlanan yazısında Lucy’nin kafatası yapısı için şöyle der:
Lucy’nin, Australopithecus afarensis’de olduğu gibi şempanzelerinkine benzeyen kafatası ve buna uygun bir beyni var.152
Ünlü Fransız bilim dergisi Science et Vie de Mayıs 1999 sayısında Lucy’i kapak yapmıştır. “Adieu Lucy” (Elveda Lucy) başlığının kullanıldığı yazıda,Australopithecus türü maymunların insanın soy ağacından çıkarılması gerektiğini yazmıştır. St W573 kodlu yeni bir Australopithecus fosili bulgusuna dayanarak yazılan makalede, şu cümleler yer almaktadır:
Yeni bir teori Australopithecus cinsinin insan soyunun kökeni olmadığını söylüyor… St W573′ü incelemeye yetkili tek kadın araştırmacının vardığı sonuçlar, insanın atalarıyla ilgili güncel teorilerden farklı; hominid soy ağacını yıkıyor. Böylece bu soy ağacında yer alan insan ve doğrudan ataları sayılan primat cinsi büyük maymunlar hesaptan çıkarılıyor… Australopithecus ve Homo türleri (insanlar) aynı dalda yer almıyorlar, Homo türlerinin (insanların) doğrudan ataları, hala keşfedilmeyi bekliyor.153
Amerika’nın USA Today gazetesinde Tim Friend tarafından kaleme alınan bir makalede ise insanın doğrudan atası olarak gösterilen Lucy (Australopithecus afarensis) hakkında şu yorum yapılıyor:
Lucy’nin bilimsel adı Australopithecus afarensis. Günümüzde yaşayan Bonobo şempanzelerine çok benziyor: Küçük bir beyin, öne çıkmış yüz ve iri azı dişleri. Ancak Homo’nun doğrudan atası kabul edilen Lucy’nin bu özelliği son on yılda gözden düştü. Birçok uzman insanın kökenini Lucy gibi bir ataya doğrudan bağlamanın çok basit bir yaklaşım olduğunu kabul ediyor.154
Bu yazıda Smithsonian Doğa
Tarihi Müzesi İnsanın Kökeni Programı Başkanı Richard Potts’un da
yorumlarına yer veriliyor. Buna göre Potts ve daha birçok evrimci uzman,
Lucy’nin artık insanın soy ağacından çıkarılması gerektiğini kabul
ediyor.155
KNM-ER 1470 (Homo rudolfensis)
Richard Leakey, 2.8 milyon yıl yaş biçtiği ve “KNM-ER
1470″ olarak adlandırdığı kafatasını antropoloji tarihinin en büyük
buluşu gibi tanıtmış ve büyük yankı uyandırmıştı. Australopithecus gibi küçük bir kafatası hacmi olan, ancak insansı bir yüze sahip bulunan canlı, Leakey’e göre, Australopithecus ile
insan arasındaki kayıp halkaydı. Ancak bir süre sonra anlaşılacaktı ki,
KNM-ER 1470 kafatasının bilimsel dergilere kapak olan “insansı” yüzü,
gerçekte kafatası parçalarını birleştirirken yapılan -belki de kasıtlı-
hataların sonucuydu. İnsan yüzü anatomisi üzerinde çalışmalar yapan
profesör Tim Bromage, 1992 yılında bilgisayar simülasyonları yardımıyla
ortaya çıkardığı bu gerçeği şöyle özetler:
KNM-ER 1470′in rekonstrüksiyonu yapılırken, yüz, aynı günümüz insanlarında olduğu gibi, kafatasına neredeyse tam paralel bir biçimde inşa edilmişti. Oysa yaptığımız incelemeler, yüzün kafatasına daha eğimli bir biçimde inşa edilmiş olmasını gerektirmektedir. Bu ise, aynı Australopithecus’da gördüğümüz maymunsu yüz özelliğini meydana getirir.156
Bu konuda evrimci paleoantropolog J. E. Cronin de şöyle der:
Kaba olarak biçimlendirilmiş yüz, düşük kafatası genişliği ve büyük azı dişler gibi ilkel özellikler, KNM-ER 1470′in Australopithecus ile paylaştığı ilkel özelliklerdir… KNM-ER 1470, diğer erken Homo örnekleri gibi, öteki ince yapılı Australopithecus’la birçok yapısal ortak özellik taşır. Bu özellikler, diğer geç Homo örneklerinde (yani Homo erectus’ta) bulunmaz.157
|
Ara geçiş formu olarak gösterilmeye çalışılan kafatasları, tamamen hayali bir sınıflandırmaya tabi tutulmaktadır. resim1: Homo habilis kafatası resim 2:Homo rudolfensis rekonstrüksiyonu |
Michigan Üniversitesi’nden
C. Loring Brace ise, çene ve diş yapısı üzerinde yaptığı analizlerde
1470 kafatası hakkında yine aynı sonuca varmıştır: “Çenenin
büyüklüğü ve azı dişlerinin kapladığı yerin genişliği, ER 1470′in tam
anlamıyla bir Australopithecus yüz ve dişlerine sahip olduğunu
göstermektedir.”158
KNM-ER 1470 üzerinde en az
Leakey kadar incelemede bulunmuş olan John Hopkins Üniversitesi
paleoantropoloğu profesör Alan Walker da, bu canlınınHomo erectus ya da Homo rudolfensis gibi bir “Homo” yani insan türüne dahil edilmemesi, aksine Australopithecus sınıfına sokulması gerektiğini savunmaktadır.159
Kısacası, Australopithecus ile Homo erectus arasında bir geçiş formu gibi gösterilmeye çalışılan Homo habilis ya da Homo rudolfensis gibi sınıflamalar tamamen hayalidir. Bu canlılar bugün çoğu araştırmacının kabul ettiği gibi, Australopithecus serisinin birer üyesidirler. Bütün anatomik özellikleri, bu canlıların birer maymun türü olduklarını göstermektedir.
Bu gerçek, Bernard Wood ve Mark Collard adlı iki evrimci antropoloğun 1999 yılında Science dergisinde yayınlanan incelemeleriyle daha da belirgin hale gelmiştir. Wood ve Collard, Homo habilis ve Homo rudolfensis (Skull 1470 türü) kategorilerinin hayali olduğunu, aslında bu kategorilere dahil edilen fosillerinAustralopithecus sınıflandırması içinde incelenmesi gerektiğini şöyle açıklamışlardır:
Daha yakın zamanda, fosil türleri, mutlak beyin
hacmi, dil yeteneği konusundaki çıkarımlar ve el fonksiyonu ve taştan
aletler yapma becerileri konusundaki kurgular gibi temellere
dayanılarak, Homo kategorisine dahil edilmiştir. Birkaç istisna
haricinde, bu (Homo) cinsinin insan evrimi içindeki tanımı ve kullanımı
ve Homo’nun sınırının belirlenişi, sanki sorunsuz bir olgu gibi kabul
edilmiştir. Ama… yeni bulgular, mevcut bulgulara getirilen yeni yorumlar
ve paleoantropolojik kayıtlar üzerindeki kısıtlamalar,
sınıflandırmaları Homo cinsine dahil etmek için kullanılan kriterleri
geçersiz hale getirmektedir… Pratikte, fosilleşmiş hominid türleri, Homo
kategorisine, dört temel kriterden biri veya daha fazlasına göre dahil
edilmektedir… Oysa şimdi açık hale gelmiştir ki, bu kriterlerin hiçbiri
tatminkar değildir. Kafatası hacmi problemlidir, çünkü mutlak beyin
kapasitesinin biyolojik bir önemi olduğu varsayımı tartışmalıdır. Aynı
şekilde, konuşma fonksiyonunun beynin genel görünümünden güvenilir
şekilde çıkarsanamayacağına dair oldukça tatmin edici kanıtlar vardır ve
beynin konuşma ile ilgili bölgelerinin, daha önceki çalışmaların ima
ettiğinin aksine lokalize olmadığına dair kanıtlar vardır…
Bir başka deyişle, H.
habilis ve H. rudolfensis’e ait fosil bulguları eklendiğinde, Homo cinsi
iyi bir cins değildir. Dolayısıyla, H. habilis ve H. rudolfensis, Homo
cinsinden çıkarılmalıdır… Şu an için, hem H. habilis’in hem de H.
rudolfensis’in Australopithecus cinsine geçirilmesini öneriyoruz.160
Wood ve Collard’ın vardığı sonuç, anlattığımız
gerçeği doğrulamaktadır: Tarihte “ilkel insan ataları” yoktur. Bu
şekilde gösterilen canlılar, gerçekteAustralopithecus cinsine
dahil edilmeleri gereken maymunlardır. Fosil kayıtları, bu soyu tükenmiş
maymunlar ile fosil kayıtlarında aniden ortaya çıkan Homoyani insan türü arasında hiçbir evrimsel ilişki olmadığını göstermektedir.
Sahelanthropus tchadensis
Evrim teorisinin insanın kökeni hakkındaki
iddialarını yıkan en son bulgulardan biri ise, 2002 yazında Orta Afrika
ülkesi Çad’da bulunan ve Sahelanthropus tchadensis adı verilen fosil oldu.
Bu fosil, evrimci çevreleri birbirine kattı. Dünyaca ünlü Nature dergisi, fosili duyuran haberinde, “Bulunan yeni kafatası, insanın evrimi hakkındaki düşüncelerimizi tamamen batırabilir.” itirafında bulundu.161
Harvard Üniversitesi’nden Daniel Lieberman, bu yeni bulgunun “küçük bir nükleer bomba kadar etkili olacağı”nı söyledi.162
Bunun nedeni, bulunan fosilin 7 milyon yıl yaşında
olmasına rağmen, “insanın en eski atası” olduğu iddia edilen ve 5 milyon
yıl yaşındaki Australopithecuscinsi maymunlardan (evrimcilerin
bugüne kadar temel aldıkları kıstaslara göre) daha “insansı” bir yapıya
sahip olmasıydı. Bu durum, gerçekte hepsi soyu tükenmiş maymun türleri
arasında, son derece subjektif ve ön yargılı olan “insana benzerlik”
kriterlerine göre kurulan evrimsel ilişkilerin tamamen hayali olduğunu
gösteriyordu.
John Whitfield, 11 Temmuz 2002 tarihli Nature dergisinde
yayınlanan “Oldest Member of Human Family Found” (İnsan Ailesinin En
Eski Üyesi Bulundu) başlıklı makalesinde, George Washington
Üniversitesi’nden evrimci antropolog Bernard Wood’dan alıntı yaparak bu
görüşü doğruluyordu:
Üniversiteye başladığım 1963 yılında, insanın evrimi bir merdiven gibi görülüyordu. Bu merdivenin basamakları, maymundan insana doğru ilerleyen ve her aşaması bir öncekinden daha az maymunsu olan bir seri ara formdan meydana geliyordu… Ama şimdi insanın evrimi (karmakarışık) bir çalıya benziyor… Fosillerin birbirleriyle nasıl bir ilişkisi olduğu ve herhangi birisinin gerçekten insanın atası olup olmadığı hala tartışmalı.163
Yeni bulunan maymun fosili konusunda Nature dergisinin editörü ve önde gelen bir paleoantropolog olan Henry Gee’nin yaptığı yorumlar da son derece önemliydi. Gee, The Guardian gazetesinde yayınlanan yazısında, fosil üzerinde yapılan tartışmalara değiniyor ve şöyle yazıyordu:
Sonuç ne olursa olsun, bu kafatası, bir kez daha ve kesin olarak göstermiştir ki, eskiden beri kabul edilen (insanla maymun arasındaki) ‘kayıp halka’ düşüncesi saçmadır… Şu an çok açık olarak görülmelidir ki, zaten her zaman için son derece sallantılı olan kayıp halka düşüncesi, artık tamamen geçerliliğini yitirmiştir.164
|
Sahelanthropus tchadensis |
Orrorin tugensis
2000 yılında bulunan ve Milenyum Adamı olarak anılan Orrorin tugensis ise
on iki küçük fosil bulgusuna dayandırılan bir türdür. Kalıntıları bulan
Fransız araştırmacılar Martin Pickford (Collège de France) ve Brigitte
Senut (Ulusal Doğa Tarihleri Müzesi, Paris) bu türün iki ayak üzerinde
yürüyen canlılar olduğunu iddia etmelerine rağmen bu görüş evrimciler
arasında bile yaygınlık kazanmış değildir. Çoğu evrimci bunun iki ayak
üzerinde yürüyen bir tür olamayacağını düşünmektedir. Londra
Üniversitesi’nden profesör Leslie Aiello, bu türün iki ayak üzerinde
yürüdüğü iddiasının sağlam temellere dayanmadığını, hatta bu türün
insanların değil maymunların atası olabileceğini düşünmektedir.165
Orrorin tugensis fosilinin
insanımsı olduğunu kabul etmek isteyen evrimciler bu durumda defalarca
propagandasını yaptıkları Lucy fosilini çöpe atmak zorunda kalmışlardır.
Çünkü O. tugensis‘i bulan araştırmacılar, bu türün morfolojik olarak Homo genusuna Australopithecinelerden, yani Lucy’nin de dahil olduğu Australopithecus afarensis ve A. anamensis türlerinden daha yakın olduğunu ileri sürmektedirler. Araştırmacılar evrimin gerilemiş olamayacağını savunmakta ve Australopithecus genusunun soy ağacından çıkarılmasını talep etmektedirler.166
Sonuç olarak O. tugensis evrimcilerin hayali
hayat ağacını karmaşıklaştıran ve evrimcileri çıkmaza sokan bir başka
fosil olarak literatürdeki yerini almıştır.
|
Nature, 11 Temmuz 2002 |
|
Milenyum Adamı olarak anılan Orrorin tugensis’e ait fosil buluntuları. |
Yeni Java Fosili Sm4
Endonezya’nın Sambungman Bölgesi’nde, Pleistosen
devrine (günümüzden 1.8 milyon-10.000 yıl öncesi) ait olduğu belirtilen
ve kalvaryumdan (üst kafatasından) ibaret bir fosil bulundu. Evrimci
araştırmacılar beyin hacmi 1006 cm3 olan bu beyin kabının insanın sözde
ilkel atalarından modern insana doğru bir ara adım olduğunu öne
sürdüler. Kısaca “Sm 4″ olarak tanımlanan fosilin, Java’da daha önce ele
geçirilmiş Homo erectus örnekleri (Sangiran ve Ngandong)
arasında bir evrimsel geçiş formu olduğu iddia edildi. Ayrıca Sm 4
fosilinin önemli bir özelliğinin beyin kökü bölgesinin öteki Java
örneklerine göre daha hareketli olduğu ve bu özelliğiyle Homo sapiens‘e benzediği öne sürüldü. Ancak bu iddialar evrimci ön yargılara dayanmaktaydı.
Evrimciler Homo erectus fosillerini ilkel
insan olarak nitelendirmekte ve bunları hayali soy ağaçlarında sözde
‘ara tür’ olarak göstermektedirler. Oysa önceki bölümlerde incelendiği
gibi Homo erectus‘un günümüz insanı olan Homo sapiens‘le aynı dönemde yaşadığını gösteren kanıtlar vardır.
Ayrıca, araştırmacılar beyin hacmi 1006 cm3 olarak
hesaplanan kafatasının büyük olasılıkla genç ya da orta yaşta bir erkeğe
ait olduğunu tahmin etmektedirler. En büyük maymun kafatasının 650 cc’
yi geçmediği düşünülürse bunun bir insana ait olduğu kesinleşmektedir.
Kaş kemerleri incelendiğinde bunların günümüzdeki herhangi bir insanda
bulunması son derece makul ölçülerde olduğu anlaşılmaktadır. Öyle ki bu
insan günümüzde yaşıyor ve kalabalık bir meydanda modern kıyafetlerle
yürüyor olsa, kimse onu yadırgamazdı.
Fosil bulgusunu değerlendiren Amerikan Doğa Tarihi
Müzesi paleoantropologlarından Kenneth Mowbray bir evrimci olmasına
karşın Sm 4 fosilinin bir ara tür olarak sınıflandırılmasına karşı
çıkmakta, Endonezya kafatası fosillerinde görülen farklılıkların
herhangi bir tür içinde görülmesinin doğal çeşitlilikten kaynaklandığını
belirtmektedir. Mowbray, National Geographic‘in internet sitesindeki yorumunda şunları söylemektedir:
Eğer modern insan popülasyonlarına bakacak olursanız, kısa ve yuvarlak kafalı insanlar; uzun ve dar kafalı insanlar görürsünüz; bunlar herhangi bir popülasyon içinde görülmesi normal varyasyonlardır.167
Kısacası “Sm 4″ fosili üzerinde yapılan evrimci
spekülasyonlar bilimsel delillere dayanmamaktadır. “Sm4″, ara geçiş
formuna değil, insana ait bir fosildir.
Ardipithecus ramidus kaddaba
2001 yılında, California Üniversitesi antropologlarından Haile Selaisse’nin Etiyopya’da bulduğu ve Ardipithecus ramidus kaddaba ismi
verilen fosilin insanın ilk atası olduğu iddia edildi ve hatta fosilin
evrimcilerin 150 yıldan beri bulmayı umdukları yarı insan-yarı maymun
bir yaratık olduğu öne sürüldü. 12 Temmuz 2001 tarihli Nature ve 13 Temmuz 2001 tarihli Science dergilerinde duyurulan habere, Time gibi dergilerde de sayfalarca yer verildi. 168
Ancak söz konusu fosille ilgili haberlerde birçok
çelişki yer almaktaydı ve evrimciler dahi bu canlı fosilini insanın
sözde evriminde bir ara fosil olarak kabul etmenin tartışmalı olacağını
kabul etmekteydiler. Örneğin araştırmanın sonuçlarının yayınlandığı Nature dergisinin
kıdemli editörü Henry Gee tarafından derginin 12 Temmuz 2001 tarihli
sayısında kaleme alınan “Return to the Planet of Apes” (Maymunların
Gezegenine Dönüş) başlıklı makalede, bu kalıntılardan yola çıkılarak
böyle bir tanımlamanın tartışmalı olacağı belirtilmiştir:
A. r. kadabba’nın bir alt tür olarak tanımlanması ihtilaflı olacaktır…
Buna rağmen, tamamen evrimci önyargılara dayalı
olarak, fosil “ilkel” insan türü diye yorumlanmış ve evrim soy ağacında
boş kaldığı düşünülen bir yere yerleşmesi daha uygun görülmüştür.
Henry Gee’nin eleştirisinde, söz konusu evrimci
yorumların neden gerçekleri yansıtmadığı da açıklanmıştır. Gee, bu
kemiklere bakıldığında, bu canlıların yaşam stilleri, davranışları
hakkında pek çok ihtimalden bahsedilebileceğini, ancak bunların hiçbir
şekilde bilim açısından tatmin edici açıklamalar olamayacağını
belirtmektedir;
Öne sürülecek bu ihtimallerin tatmin edici olup olamayacağı ise başlı başına bir sorundur.
Kısacası dile getirilen bu gerçekler, şempanze ile
insan arasındaki sözde evrim ilişkisinin dayanaksız olduğunu açıkça
ortaya koymaktadır.
Şimdi bu fosille ilgili evrimci bilim adamlarının sergiledikleri çelişkileri sırasıyla inceleyelim.
1. Kemikler birbirinden kilometrelerce uzakta ve farklı tarihlerde bulunmuştur:
Bulunan fosil yedi kemik parçasından ve 4 dişten oluşmaktadır. Time dergisi,
tek bir ayak parmağı kemiğini göstererek, “bu kemik canlının iki ayak
üzerinde durduğunu gösteriyor” iddiasında bulunmaktadır. Ancak 8
sayfalık yazının son sayfasında bu ayak parmağı kemiğinin, diğer
kemiklerden 16 km (10 mil) ileride bulunduğu belirtilmektedir. Nature‘daki orijinal rapor incelendiğinde daha da vahim bir durumla karşılaşılmaktadır. Bu raporda, Ardipithecus‘un
kemiklerinin aslında “1997 yılından itibaren 5 farklı bölgeden 11
farklı insanımsı örneğinden” toplandığı açıklanmaktadır. Ayak parmağı
kemiği ise 1999 yılında bulunmuştur ve diğer bulunan kemiklerden de 0.6
milyon yıl daha gençtir. Yani tüm bulunan kemikler aynı canlıya ait değildir ve hatta aynı dönemde yaşayan canlılara da ait değildir. Bu
şekilde toplanmış kemiklere bakarak bir canlının özellikleri hakkında
yorumda bulunmak ve bu canlıyı insanın evriminde bir yerlere
yerleştirmeye çalışmak, bilimsellikle ilgisi olmayan bir propagandadan
başka bir şey değildir.
2. Fosilin diş yapısı hayali insanın evrimi ağacı açısından çelişkiler içermektedir:
|
Ardipithecus ramidus’a ait diş |
A. r. kaddaba, morfolojik açıdan Tim White’ın 1992 yılında bulduğu Ardipithecus ramidus isimli fosil ile benzerlikler taşıdığı için Ardipithecus grubundan
sayılmıştır. Ancak, fosilin diş yapısı bu gruplandırma için önemli bir
çelişki oluşturmaktadır. Çünkü bulunan fosil, 1992 yılında bulunan
fosilden 1.5 milyon yıl daha yaşlıdır. Ancak Time dergisinde de belirtildiğine göre, 4.4 milyon yıllıkRamidus‘un dişleri 5,8 milyon yıllık kadabba‘nın
dişlerinden daha fazla maymunsu özellikler göstermektedir. Yani genç
olan fosilin dişleri yaşlı olana göre daha çok maymunsu özelliğe
sahiptir. Oysa evrim teorisine göre, zaman ilerledikçe maymunsu
özellikler giderek kaybolmalıdır. Evrimciler tarafından önemsiz bir
bilgi gibi aktarılan bu gerçek, söz konusu maymun-insan hayali
sıralamasının tutarsızlıklarla dolu olduğunu göstermesi açısından
önemlidir.
Antropoloji profesörü ve Arizona State
Üniversitesi’nde İnsan Kökenleri Enstitüsü direktörü olan Donald
Johanson, bu konuda yapılan önyargılı sınıflandırmayı şöyle ifade
etmektedir:
5.5 milyon yıllık fosilleri 4.4 milyon yıllıklarla aynı türlerin üyeleri olarak yan yana koyduğunuzda, bunların bir ağaç üzerindeki ince dallar olabileceklerini dikkate almazsınız. Herşey düz bir çizgide olmaya zorlanmıştır. 169
3. Bu canlı soyu tükenmiş bir şempanze türüdür
Bazı evrimciler Ardipithecus‘un insanlar ve
şempanzeler arasındaki zincirin bir halkası olduğunu kabul
etmektedirler. Ancak Henry Gee bu fosilin insandan çok şempanzeye
benzediğini belirtmektedir.
Science dergisinin 13 Temmuz 2001 tarihli
sayısında söz konusu fosille ilgili yayınlanan yazıda George Washington
Üniversitesi’nden Bernard Wood’un şu yorumuna yer verilmektedir:
Bu bulguyu insan veya şempanze atası kategorilerinden birine sıkıştırma zorunluluğu hissetmek bir hatadır.
|
|
Time dergisinde ise Wood’un şu sözlerine yer verilmektedir:
Bu bir hominid ata ya da şempanze ata olarak sınıflandırılması mümkün olmayan bir yaratığın ilk örneğidir. Fakat bu onu her ikisinin de ortak atası yapmaz. Sanırım kuyruğu bu eşeğin üzerine tutturmak çok zor olacak.
Evrimciler, soyu tükenmiş
maymun türlerini insan ile şempanze arasındaki zincirin bir parçası
olarak göstermeye çalışırlar. Kuyruksuz maymunun Latince karşılığı olan
“-pithecus” eki ile isimlendirilen bu canlılar, aslında türü
tükenmiş kuyruksuz maymunlardır ve insanın evrimi için hiçbir delil
teşkil etmezler. İnsanın sözde atası olarak belirtilen fosiller gerçekte
soyu tükenmiş şempanzelerdir. Örneğin en ünlü “-pithecus” örneği olan Lucy’nin (Australopitpecus afarensis)şempanzelerle
aynı büyüklükte bir beyni vardır, kaburgaları ve çene kemiği
şempanzelerle aynı şekildedir, kolları ve bacakları canlının bir
şempanze gibi yürüdüğünü göstermektedir. Hatta leğen kemiği de
şempanzelerinki gibidir. 170
Fosil biliminde dünyanın en saygın otoritelerinden
biri olarak gösterilen John Mastropaolo ise ayak parmağını kendisi
inceleyip durumdan emin olmak istedi;kadabba‘nın parmağını,
insan, şempanze ve babun parmağıyla kıyasladı. Anatomik kriterleri
matematiksel açıdan karşılaştıran Mastropaolo’nun vardığı sonuçlar çok
farklıydı. Parmak, şempanze ve babun parmağıyla benzeşmiyordu. İnsan
parmağıyla arasındaki benzerlik de yetersizdi. Mastropaolo’nun bulguları
Amerikan Fizyoloji Derneği’nin düzenlediği San Diego konferansında 27
Ağustos 2002′de açıklandı. Yazının sonuç bölümünde iki ayak üzerinde
yürüyen evrimsel ata saptamasının hayalgücüne dayandığı şöyle
belirtiliyordu:
Fosil kemikleri üzerinde yapılan objektif soy analizleri, Haile-Selassie’nin çıkarımlarının zoraki spekülasyonlar olduğunu ispatlamaktadır.171
Sonuç olarak, söz konusu Ardipithecus ramidus kadabba fosili de Nature dergisinde de belirtildiği gibi şempanzeye benzemektedir ve insanın kökeni ile hiçbir ilgisi yoktur.
Kenyanthropus platyops
2001 yılında bulunan ve düz bir yüze sahip olduğu için “düz yüzlü adam” (flat faced man) olarak anılan Kenyanthropus platyops adlı
fosil, kendisini bulan Meave Leakey ve ekibi tarafından insanın atası
olarak kamuoyuna duyuruldu. Oysa, bu 3.5 milyon yıllık kafatası,
evrimcilerin hayali “insanın evrimini gösteren soy ağacı”nı altüst
ediyor, çelişkileri daha da karmaşıklaştırıyordu.
Dünyanın en önde gelen evrimcilerinin dahi hayali
şemalarında hiçbir yere koyamadıkları bu fosil, kendisinden sonra
yaşamış olan bazı maymun türlerine (Lucy gibi) göre evrimci kıstaslar
açısından daha gelişmiş özellikler göstermekteydi. Dolayısıyla farklı
özelliklere sahip olan bu fosil, evrimcilerin tüm şemasını altüst
ediyordu. Çünkü bu fosili nereye yerleştireceklerini bilemiyorlardı.
Aslında bugüne kadar bulunan ve burada da ele alınan
fosillerin tamamına bakıldığında, maymunla ortak bir atadan evrimleşen,
yavaş yavaş insana doğru yükselen bir “evrim şeması” olmadığı açıkça
görülür. Aksine şemada tamamen bir karmaşa vardır.
|
K. platyops ile ilgili BBC’nin internet sayfasında çıkan haber. |
BBC’nin internet sayfasında bu fosille ilgili haberde yayınlanan şemada da bu karmaşa vurgulanmıştır. “Karmaşık insanımsı soy ağacı” olarak
verilen şemada hiçbir düzenli gelişme olmadığı, aksine tüm fosil
bulgularının birbirlerinden tamamen ilgisiz özelliklere sahip oldukları
görülmektedir. Şemanın altında da şu yoruma yer verilmiştir:
Bilim adamları farklı insanımsı fosillerini birbirleriyle ilişkilendirme konusunda güçlük çekiyorlar. 172
George Washington Üniversitesi, Antropoloji Bölümü’nden Daniel E. Lieberman ise, Nature dergisinde yazdığı makalesinde, Kenyanthropus platyops hakkında şu yorumu yapmıştır:
İnsanın evrim tarihi çok karmaşık ve çözümlenmemiştir. Şimdi 3.5 milyon yıllık başka bir türün bulunması ile durum daha da karışacak gibi görünüyor… Kenyanthropus platyops’un yapısı genel olarak insanın evrimi ve türlerin davranışı konuları hakkında birçok soruyu beraberinde getiriyor. Örneğin neden alışılmışın dışında olarak, küçük bir çene dişine ve öne doğru kavisli çene kemiği olan büyük düz bir yüze aynı anda sahip? Büyük yüzü ve benzer şekilde yerleştirilmiş çene kemiği olan tüm diğer insanımsı türlerin büyük bir dişi var. K. platyops’un önümüzdeki birkaç yıl içindeki en başlıca rolünün, birlikleri bozucu ve insanımsılar arasındaki evrimsel ilişkinin araştırmalarında karşılaşılan kargaşayı vurgulayıcı bir rolü olacağını düşünüyorum. 173
|
Hayali Evrim Ağacı: Bulunan her fosil, insanın sözde evrimi ile ilgili şemayı daha da karmaşık hale getirmekte, çelişkileri artırmaktadır. |
BBC ise haberi “Düz Yüzlü Adam Bir Bilmece”, “Akıl
Karıştıran Tablo”, “Bilimsel Çelişki” başlıkları ile vermiş ve haberde
şöyle denmiştir:
“Meave Leakey, ekibi ve Kenya Milli Müzesi’nin buluşu, zaten bulanık olan insanın evrimi tablosunu daha da bulanıklaştırıyor.”174
Londra College Üniversitesi’nden ünlü evrimci Dr. Fred Spoor ise yeni bulunan fosil için “Birçok soruyu gündeme getirdi” yorumunu yapmıştır. 175
Kısacası, evrim teorisi, bu açıklama ve itiraflarda
da görüldüğü gibi büyük bir çıkmaz içindedir. Özellikle paleontoloji
dalında, her yeni bulgu evrim teorisine yeni bir çelişki daha
getirmektedir. İnsanın sözde evrimi için hayali bir şema belirleyen
evrimciler, soyu tükenmiş farklı maymun türlerine ve insan ırklarına ait
fosilleri art arda dizerek şemalarına uygun hale getirmeye
çalışmaktadırlar. Ancak, hiçbir fosil şemalarına uymamaktadır. Çünkü
insan maymunla ortak bir atadan evrimleşmemiştir. İnsanlar tarih boyunca
hep insan olmuşlar, maymunlar da hep maymun olarak kalmışlardır. Bu
nedenle evrim teorisi, her yeni bilimsel buluşla bir çıkmaz içine daha
girecektir.
Dmanisi Kafatasları
2002 yılında Gürcistan’ın
başkenti Tiflis yakınlarında Dmanisi Bölgesi’nde 3 kafatası fosili
bulundu. Bazı evrimciler bu kafataslarını insanın sözde ataları olan ara
geçiş formları olarak tanıtmak isterken, birçok evrimci bu
kafataslarının bazı evrimci iddiaları “altüst ettiği”ni itiraf etmek
zorunda kaldı. Bunlardan biri olan Harvard Üniversitesi’nden Daniel
Lieberman, bu kafatasının bazılarının ilk insanların Afrika’dan göç
etmeleri ile ilgili düşüncelerini altüst edeceğini söyledi. 176
Science dergisinde ise üç kafatası fosili için şu yorum yapıldı:
Hepsi birarada incelendiğinde, Dmanisi kafatasları atalarımızın Afrika’yı daha önce, evrimin daha önceki evrelerinde, yani tahmin edilenden çok daha önce terk ettiğini gösteriyor. Ancak Dmanisi kalıntıları insanın evrimi ağacında tam olarak nereye uyuyorlar – ve bir veya birkaç türü mü temsil ediyorlar? Bu sorular bir tartışmanın başlamasını ateşliyor…177
Evrimciler bulunan kafataslarını nasıl sınıflandıracaklarına karar veremediler ve her biri ayrı bir fikir öne sürdü. Science dergisinde, evrimcilerin şu görüşlerine yer verildi:
Ekip, yeni kafatasını önceki iki kafatası gibi Homo erectus olarak sınıflandırıyor….Aslında yeni kafatasının bazı özellikleri H. habilis’e benziyor… Rightmire, ‘aslında’ diyor, ‘eğer araştırmacılar bu fosilleri ilk olarak bulsalardı, o zaman bunları H. habilis olarak sınıflandırırlardı’.178
Yani Rightmire’e göre, bu fosilin H. erectus olarak sınıflandırılmasının nedeni, bu fosille aynı bölgede bulunan diğer fosillerin H. erectus olarak
sınıflandırılmış olmasıydı. Bu ifadeler, fosillerin tamamen
evrimcilerin isteklerine, ön yargılarına ve beklentilerine göre
tanımlandığının bir ifadesidir.
Amerikan Doğa Tarihi Müzesi antropologlarından Ian Tattersall ise, yeni fosilleri ne H. erectus ne de H. habilis olarak sınıflandırmadı ve şu yorumu yaptı:
Bu örnek, ilk insanın özelliklerinin neler olduğunu tekrar gözden geçirmemiz gerektiğinin altını çiziyor. 179
National Geographic dergisi ise, yeni fosili “Kafatası fosili Afrika’dan Çıkış Teorisine Karşı Geliyor” başlığı
ile duyurdu. Bu makalede, Gürcistan’daki araştırmayı yürüten ve söz
konusu fosili bulan David Lardkipanidze’nin şu ifadelerine yer verildi:
Dmanisi’de bulunan hominidler arasındaki farklılık, bunların gerçekte kim olduklarını anlamayı zorlaştırmaktadır. Bu farklılık bilim adamlarını, ‘Homo’nun anlamını tekrar düşünmeye zorlamaktadır.180
|
National Geographic dergisinin “Bilim dünyasını sarsan keşif” ifadesiyle duyurduğu Dmanisi kafatası fosilleri, evrim teorisinin insanın sözde evrimi ile ilgili iddialarını daha da çelişkili hale getirmektedir. |
Aynı kazı ekibinde bulunan ve aynı zamanda Kuzey
Texas Üniversitesi’nde arkeolog olan Reid Ferring ise bu konuda şunları
söylemiştir:
Dmanisi fosili, o dönemde var olmasını beklediğimiz herhangi bir insan grubundan çok daha farklı özellikler göstermektedir.181
Bu fosiller hakkında farklı yorumlar getiren
evrimciler sadece bu kişilerle sınırlı değildir. New York City
Üniversitesi’nden Eric Delson, Pennsylvania State Üniversitesi’nden Alan
Walker, Michigan Üniversitesi’nden Milford Wolpoff gibi evrimciler de,
fosil hakkında birbirinden farklı görüşler öne sürdüler.
Evrim teorisi bilimsel delillere dayalı olmayan,
uydurma senaryolarla, propaganda yöntemleri ile ayakta tutulan bir teori
olduğu için, evrim teorisini destekleyen bir fosil bulmak da
imkansızdır. Darwinistler hayali bir doğa tarihi yazmışlar ve fosillerin
de buna uymasını istemişlerdir. Oysa bunun tam aksi gerçekleşmekte, her
yeni bulunan fosil evrim teorisini biraz daha açmaza sokmaktadır.
Piltdown Adamı adındaki sahte fosil
|
Sahte Piltdown Adamı |
Ünlü
bir doktor ve aynı zamanda da amatör bir paleontolog olan Charles
Dawson, 1912 yılında, İngiltere’de Piltdown yakınlarındaki bir çukurda,
bir çene kemiği ve bir kafatası parçası bulduğu iddiasıyla ortaya çıktı.
Çene kemiği maymun çenesine benzemesine rağmen, dişler ve kafatası
insanınkilere benziyordu. Bu örneklere “Piltdown Adamı” adı verildi, 500
bin yıllık bir tarih biçildi ve çeşitli müzelerde insanın sözde
evrimine kesin bir delil olarak sergilendi. 40 yılı aşkın bir süre,
üzerine birçok bilimsel makale yazıldı, yorumlar ve çizimler yapıldı.
Dünyanın farklı üniversitelerinden 500′ü aşkın akademisyen, Piltdown
Adamı üzerine doktora tezi hazırladı.182Ünlü Amerikalı paleoantropolog H. F. Osborn da 1935′te British Museum’u ziyaretinde, “doğa sürprizlerle dolu; bu, insanlığın tarih öncesi devirleri hakkında önemli bir buluş” yorumunda bulundu.183
1949′da ise British Museum’un paleontoloji bölümünden
Kenneth Oakley yeni bir yaş belirleme metodu olan “flor testi”
metodunu, eski bazı fosiller üzerinde denemek istedi. Bu yöntemle,
Piltdown Adamı fosili üzerinde de bir deneme yapıldı. Sonuç çok
şaşırtıcıydı. Yapılan testte Piltdown Adamı’nın çene kemiğinin hiç flor
içermediği anlaşıldı. Bu sonuç, çene kemiğinin toprağın altında birkaç
yıldan fazla kalmadığını gösteriyordu. Az miktarda flor içeren kafatası
ise, sadece birkaç bin yıllık olmalıydı.
Flor metoduna dayanılarak
yapılan sonraki kronolojik araştırmalar, kafatasının ancak birkaç bin
yıllık olduğunu ortaya çıkardı. Çene kemiğindeki dişlerin ise suni
olarak aşındırıldığı, fosillerin yanında bulunan ilkel araçların ise
çelik aletlerle yontulmuş adi birer taklit olduğu anlaşıldı. Weiner’in
yaptığı detaylı analizlerle bu sahtekarlık 1953 yılında kesin olarak
ortaya çıkarıldı. Kafatası 500 yıl yaşında bir insana, çene kemiği de yeni ölmüş bir orangutana aitti! Dişler,
insana ait olduğu izlenimini vermek için sonradan özel olarak eklenmiş
ve sıralanmış, eklem yerleri de törpülenmişti. Daha sonra da bütün
parçalar, eski görünmeleri için potasyum-dikromat ile lekelendirilmişti.
Bu lekeler, kemikler aside batırıldığında kayboluyordu. Sahtekarlığı
ortaya çıkaran ekipten Le Gros Clark, “Dişler üzerinde
yıpranma izlenimini vermek için, yapay olarak oynanmış olduğu o kadar
açık ki, nasıl olur da bu izler dikkatten kaçmış olabilir?” diyerek şaşkınlığını gizleyemiyordu.184 Tüm bunların üzerine Piltdown Adamı, 40 yılı aşkın bir süredir sergilenmekte olduğu British Museum’dan alelacele çıkarıldı.
|
Sahte Piltdown adamı üzerinde yorum yapan evrimciler |
Nebraska Adamı Skandalı
1922′de, Amerikan Doğa Tarih Müzesi müdürü Henry
Fairfield Osborn, Batı Nebraska’daki Yılan Deresi yakınlarında, Pliosen
dönemine ait bir azı dişi fosili bulduğunu açıkladı. Bu diş, iddiaya
göre, insan ve maymunların ortak özelliklerini taşımaktaydı. Çok
geçmeden konuyla ilgili çok derin bilimsel tartışmalar başladı. Bazıları
bu dişi Pithecanthropus erectus olarak yorumluyorlar, bazıları
ise bunun insana daha yakın olduğunu söylüyorlardı. Büyük tartışmalara
neden olan bu fosile “Nebraska Adamı” adı verildi. “Bilimsel” ismi de
hemen üretildi: Hesperopithecus haroldcooki.
Birçok otorite Osborn’u destekledi. Bu tek dişe
dayanılarak Nebraska Adamı’nın kafatası ve vücudunun rekonstrüksiyon
resimleri çizildi. Hatta daha da ileri gidilerek Nebraska Adamı’nın,
eşinin ve çocuklarının doğal ortamda ailece resimleri yayınlandı.
Bütün bu senaryolar tek bir dişten üretilmişti.
Evrimci çevreler bu “hayali adamı” o derece benimsediler ki, William
Bryan isimli bir araştırmacı, tek bir azı dişine dayanılarak bu kadar
peşin hükümle karar verilmesine karşı çıkınca, bütün şimşekleri üzerine
çekti.
Ancak 1927′de iskeletin öbür parçaları da bulundu. Bulunan yeni parçalara göre bu diş ne maymuna ne de insana aitti. Dişin, Prosthennops cinsinden yabani Amerikan domuzunun soyu tükenmiş bir türüne ait olduğu anlaşıldı. William Gregory, bu yanılgıyı duyurduğu Science dergisinde yayınladığı makalesine şöyle bir başlık atmıştı: “Görüldüğü kadarıyla Hesperopithecus ne maymun ne de insan.”185 Sonuçta Hesperopithecus haroldcooki‘nin ve “ailesi”nin tüm çizimleri alelacele literatürden çıkarıldı.
|
Nebraska adamının ve ailesinin hayali çizimleri |
Archaeoraptor adındaki sahte dino-kuş
Evrim teorisinin savunucuları, Archæopteryx‘te
aradıklarını bulamadıklarından olacak, 1990′lı yıllarda diğer bazı
fosillere ümit bağladılar ve bir seri “dino-kuş fosili” iddiası bu
yıllarda dünya medyasında boy gösterdi. Ancak bu iddiaların birer yanlış
yorum ve hatta sahtekarlık örneği oldukları da kısa sürede anlaşıldı.
“Dino-kuş” iddialarının ilk örneği, 1996 yılında
büyük bir medya propagandası ile gündeme getirilen “Çin’de bulunan tüylü
dinozor fosilleri” hikayesiydi.Sinosauropteryx adı verilen bir
sürüngen fosili bulunmuştu, ancak fosili inceleyen bazı evrimci
paleontologlar bunun bilinen sürüngenlerin aksine kuş tüylerine sahip
olduğunu ileri sürdüler. Oysa bir yıl sonra yapılan incelemelerde,
fosilin gerçekte kuş tüyüne benzer hiçbir yapıya sahip olmadığı
anlaşıldı.Science dergisinde yayınlanan “Plucking the Feathered
Dinosaur” (Tüylü Dinozorun Tüylerini Yolmak) başlıklı bir makalede,
evrimci paleontologlar tarafından “tüy” olarak algılanan yapıların
gerçekte tüylerle ilgisiz olduğu belirtiliyordu:
Bir yıl önce, paleontologlar “tüylü dinozor”a ait fotoğrafların ortaya çıkmasıyla heyecan yaşamışlardı. Çin’in Yixian Bölgesi’nde bulunan Sinosauropteryx adlı fosil, New York Times’ın ön sayfasında yayınlanmış ve kuşların kökeninin dinozorlar olduğuna dair etkili bir delil olarak sunulmuştu. Ama geçtiğimiz ay Chicago’daki omurgalılar paleontolojisi toplantısında verilen hüküm daha farklı oldu: Fosil örneklerini inceleyen yarım düzine Batılı paleontolog, bu yapıların modern tüyler olmadığını söylediler… Kansas Üniversitesi paleontoloğu Larry Martin, bu yapıların yıpranmış kolajen fiberleri olduğunu ve kuşlarla hiçbir ilişkisi olmadığını belirtti.186
|
Onlar, üstlerinde dizi dizi kanat açıp kapayarak uçan kuşları görmüyorlar mı? Onları Rahman (olan Allah’)tan başkası (boşlukta) tutmuyor. Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla görendir. (Mülk Suresi, 19) |
Daha büyük bir dino-kuş furyası ise 1998 yılında patlak verdi. National Geographic dergisi,
Temmuz 1998 sayısında, kuşların dinozorlardan evrimleştiği iddiasının
artık sağlam bir fosil kanıtına dayandığını ileri sürüyordu. Çin’de
bulunduğu belirtilen fosile makalede geniş yer ayrılıyor, fosilin kuş ve
dinozor özelliklerini birarada taşıdığı savunuluyordu. Makaleyi kaleme
alan National Geographic yazarı Christopher P. Sloan, fosil hakkında yaptığı yoruma o kadar inanmıştı ki, “insanların
memeli olduğunu nasıl kendimizden emin şekilde söyleyebiliyorsak, artık
kuşların theropod (dinozor) olduğunu da aynı şekilde söyleyebiliriz” diyordu.187 125 milyon yıl önce yaşadığı söylenen bu türe, hemen bilimsel bir isim de verilmişti: Archaeoraptor liaoningensis.
Oysa fosil, beş farklı fosilin birbirine ustaca eklenmesiyle üretilmiş sahte bir
fosildi! Aralarında üç paleontoloğun da bulunduğu bir grup araştırmacı,
bir yıl kadar sonra, bilgisayar tomografisinin yardımıyla sahtekarlığı
kanıtladı. Dino-kuş aslında Çinli bir evrimcinin eseriydi… Çinli
amatörler, yapışkan ve harç kullanarak 88 kemik ve taştan dino-kuş
oluşturmuştu. Archaeraptor‘un ön kısmı tek bir kuşa ait fosildi, ancak dinozorun kuyruğuyla birlikte beden kısmında dört ayrı türden kemik vardı.
İşin ilginç yanı, National Geographic dergisinin
böylesine basit bir sahtekarlığı hiç şüphelenmeden yayınlamış ve hatta
buna dayanarak “kuşların evrimi” senaryolarının kanıtlandığını ileri
sürmüş olmasıydı. ABD’deki ünlü Smithsonian Enstitüsü Doğa Tarihi
Müzesi’nden Dr. Storrs Olson, bu fosilin sahte olduğuna dair daha
önceden National Geographic‘i uyardığını, ancak dergi
yönetiminin bunu tamamen göz ardı ettiğini söylüyordu. Olson’a göre,
“Zaten National Geographic, uzun zamandır sansasyonal, desteksiz ve
tabloid habercilik yaparak seviyesini düşürmüş durumdaydı.”188
Olson, National Geographic bünyesindeki
Peter Raven adlı bilim adamına yazdığı aşağıdaki mektupta, derginin
“tüylü dinozorlar” furyasının perde arkasını çok detaylı olarak
anlatıyordu:
National Geographic’in Temmuz 1998 sayısında yayınlanan, “Dinozorlar Kanatlanıyor” (Dinosaurs Take Wing) başlıklı makalenin yayınlanmasından kısa süre önce, (makaleyi hazırlayan) Christopher P. Sloan’ın fotoğrafçısı olan Lou Mazzatenta beni National Geographic Society’e çağırdı, Çin’de bulunan fosillerin fotoğraflarını gösterdi ve bunlar hakkında yayınlanacak hikaye ile ilgili yorumlarımı sordu. O zaman, National Geographic’in göstermek istediği tablodan çok daha farklı, alternatif bakış açıları olduğunu söyleyerek itiraz ettim, ama sonundaaçıkça gördüm ki, National Geographic, kuşların dinozorlardan evrimleştiği dogması dışında başka hiçbir şeye ilgi duymuyordu.Sloan’ın makalesi (kuş-dinozor bağlantısı yönündeki) ön yargıyı tamamen yeni bir boyuta yükseltmekte ve büyük ölçüde doğrulanmamış veya belgelendirilmemiş bilgilere dayanarak, haberleri aktarmak yerine onları “üretmekte”dir. “İnsanların memeli olduklarını ne kadar güvenle söyleyebiliyorsak, kuşların birer theropod (iki ayaklı dinozor) olduğunu da o kadar güvenle söyleyebiliriz” şeklindeki basit cümlesi, bir veya bir grup bilim adamının fikri olarak dahi gösterilmemekte, sadece “editöryel propaganda” olarak kalmaktadır. Bu melodramik iddia, aslında embriyoloji ve karşılaştırmalı anatomi alanında yapılan yeni çalışmalarla çürütülmüştür, ama, elbette, bunlar (National Geographic makalesinde) hiç belirtilmemektedir.Daha da önemlisi, Sloan’ın makalesinde çizimi yapılan ve kuş tüyleri olduğu iddia edilen yapıların hiçbirinin kuş tüyü olduğu kanıtlanmış değildir. Bunların bu şekilde olduğunu iddia etmek, bir gerçeği dile getirmek değil, sadece bir temenni ifadesidir. Sayfa 103′te yer alan “içi boş, saç benzeri yapılar ilkel kuş tüylerini (protofeathers) karakterize ediyor” şeklindeki ifade saçmalıktır, çünkü “ilkel kuş tüyleri” sadece teorik bir varsayımdır ve dolayısıyla bunların iç yapısı daha da varsayımsaldır.National Geographic Society’de (National Geographic Derneği) halen gösterimde olan tüylü dinozorlar sergisi furyası daha da kötüdür ve birçok et yiyici dinozorun kuş tüylerine sahip olduğu yönündeki aldatıcı iddiayı ileri sürmektedir. Tartışmasız bir dinozor olan Deinonychus hakkında yapılan bir maket ve bebek Tyrannosaurlar hakkında yapılan çizimlerde bu canlılar tüylerle kaplı gibi gösterilmektedir. Bunların hepsi hayalidir ve bilim kurgu dışında herhangi bir yerleri yoktur…Saygılarımla,
Storrs L. Olson
Kuşlar Bölümü Başkanı
Smithsonian Enstitüsü, Doğa Tarihi Ulusal Müzesi 189
Bu fosil sahtekarlığının gösterdiği iki önemli gerçek
vardır: Birincisi, evrim teorisine kanıt bulma arayışı içinde
kolaylıkla sahtekarlığa başvurabilecek insanlar vardır. İkincisi, evrim
teorisini topluma empoze etme gibi bir misyon yüklenmiş olan bazı “bilim
dergileri”, evrim teorisi lehinde kullanabileceklerini düşündükleri
bulguları, yanlış olma veya başka türlü yorumlanabilme olasılıklarını
tamamen göz ardı ederek, propaganda malzemesi haline getirmektedirler.
Yani bilimsel değil dogmatik davranmakta, inançla bağlı oldukları evrim
teorisini savunabilmek için bilimden kolayca taviz vermektedirler.
Konunun bir diğer önemli yönü ise, kuşların
dinozorlardan evrimleştiği tezine hiçbir kanıt bulunamayışıdır. Kanıt
bulunamadığı için sahtesi yapılmakta veya mevcut kanıtlar çarpıtılarak
yorumlanmaktadır. Gerçekte ise, kuşların bir başka canlı sınıfından
evrimleşmiş olabileceğine dair hiçbir kanıt yoktur. Aksine kanıtlar,
kuşların yeryüzünde kendi özgün vücut yapılarıyla ortaya çıktıklarını
göstermektedir.
111 Focus, Nisan 2003.
112 Focus, Nisan 2003.
113 Focus, Nisan 2003.
114 Focus, Nisan 2003.
115 Focus, Nisan 2003.
116 Stephen Jay Gould, Eight (or Fewer) Little Piggies, Natural History, Ocak 1991, vol. 100, no. 1, s. 25.
117 Philip E. Johnson, Darwin on Trial, Intervarsity Press, 1993, s. 79.
118 Nature, vol. 382, 1 Ağustos 1996, s. 401.
119 Carl O. Dunbar, Historical Geology, John Wiley and Sons, New York, 1961, s. 310.
120 Robert L. Carroll, Patterns and Processes of Vertebrate Evolution, Cambridge University Press, 1997, s. 280-81.
121 L. D. Martin, J. D. Stewart, K. N. Whetstone, The Auk, vol. 98, 1980, s. 86.
122 L. D. Martin, J. D. Stewart, K. N. Whetstone, The Auk, cilt 98, 1980, s. 86; L. D. Martin “Origins of Higher Groups of Tetrapods”, Ithaca, Comstock Publising Association, New York, 1991, s. 485, 540.
123 S. Tarsitano, M. K. Hecht, Zoological Journal of the Linnaean Society, vol. 69, 1985, s. 178; A. D. Walker, Geological Magazine, vol. 177, 1980, s. 595.
124 Peter Dodson, “International Archæopteryx Conference”, Journal of Vertebrate Paleontology, Haziran 1985, vol. 5, no. 2, s. 177.
125 Richard Hinchliffe, “The Forward March of the Bird-Dinosaurs Halted?”, Science, vol. 278, no. 5338, 24 Ekim 1997, s. 596-597
126 Richard Hinchliffe, “The Forward March of the Bird-Dinosaurs Halted?”, Science, vol. 278, no. 5338, 24 Ekim 1997, s. 596-597.
127 Jonathan Wells, Icons of Evolution, Regnery Publishing, 2000, s. 117.
128 Richard L. Deem “Demise of the ‘Birds are Dinosaurs’ Theory”; http://www.yfiles.com/dinobird2.html
129 Pat Shipman, “Birds do it… Did Dinosaurs?”, New Scientist, 1 Şubat 1997, s. 31.
130 “Old Bird”, Discover, 21 Mart 1997.
131 “Old Bird”, Discover, 21 Mart 1997.
132 Pat Shipman, “Birds Do It… Did Dinosaurs?”, s. 28.
133 R.N. Melchor, S. de Valais, J.F. Genise, Bird-like fossil footpints from the Late Triassic, Nature, 2002, vol. 417, s. 936-938.
134 David Williamson, “Scientist says ostrich study confirms bird ‘hands’ unlike those of dinosaurs”, UNC News, 14 Ağustos 2002, no. 425, www.unc.edu/news/newsserv
135 S. J. Gould & N. Eldredge, Paleobiology, vol. 3, 1977, s. 147.
136 Christopher P. Sloan, “Kanatların Efendisi”, National Geographic, Mayıs 2003.
137 Alan Feduccia, The Origin and Evolution of Birds, 2nd ed., Yale University Press, New Haven, 1999.
138 Boyce Rensberger, Houston Chronicle, 5 Kasım 1980, bölüm 4, s. 15.
139 Colin Patterson, Harper’s, Şubat 1984, s. 60.
140 Francis Hitching, The Neck of the Giraffe: Where Darwin Went Wrong, Ticknor and Fields, New York, 1982, s. 30-31.
141 Francis Hitching, The Neck of the Giraffe, s. 30-31.
142 Gordon Rattray Taylor, The Great Evolution Mystery, Sphere Books, London, 1984, s. 230.
143 Elwyn Simons, “Ramapithecus”, Scientific American, no. 236, Mayıs 1977, s. 28.
144 Elwyn Simons, “Puzzling Out Men’s Ascent”, Time, 7 Kasım 1977, no. 110, s. 48.
145 Robert Ackhardt, “Population Genetics and Human Origins”, Scientific America, no. 226, 1972, s. 94.
146 Richard Leakey, “Hominids in Africa”, American Scientist, no. 64, 1976, s. 174ç
147 David Pilbeam, “Humans Lose an Early Ancestor”, Science, Nisan 1982, s. 6-7.
148 Marvin Lubenow, Bones of Contention, Grand Rapids, Baker, 1992, s. 83.
149 Richard Allan & Tracey Greenwood, Primates and Human Evolution in the textbook: Year 13 Biology, 1999. Student Resource and Activity Manual, (Biozone International, printed in New Zealand.), s. 260.
150 William Howells, Getting Here the Story of Human Evolution, The Compass Press, Washington D.C., 1993, s. 79.
151 Adrienne Zihlman, “Pygmy chimps, people, and the pundits”, New Scientist, 15 Kasım 1984, s. 39.
152 Cherfas, Jeremy. “Trees have made man upright” New Scientist, 20 Ocak 1983, s. 172.
153 Isabelle Bourdial, “Adieu Lucy”, Science et Vie, Mayıs 1999, no. 980, s. 52-62.
154 Tim Friend, “Discovery rocks human-origin theories”, 21 Mart 2003; http://www.usatoday.com/news/science/2001-03-21-skull.htm
155 Tim Friend, “Discovery rocks human-origin theories”, 21 Mart 2003; http://www.usatoday.com/news/science/2001-03-21-skull.htm
156 Tim Bromage, New Scientist, vol. 133, 1992, s. 38-41.
157 E. Cronin, N. T. Boaz, C. B. Stringer, Y. Rak, “Tempo and Mode in Hominid Evolution”, Nature, vol. 292, 1981, s. 113-122.
158 C. L. Brace, H. Nelson, N. Korn, M. L. Brace, Atlas of Human Evolution, 2. baskı, Rinehart and Wilson, New York, 1979.
159 Alan Walker, Scientific American, vol. 239, no. 2, 1978, s. 54.
160 Bernard Wood, Mark Collard, “The Human Genus”, Science, vol. 284, no. 5411, 2 April 1999, s. 65-71.
161 John Whitfield, “Oldest Member of Human Family Found”, Nature, 11 Temmuz 2002.
162 D. L. Parsell, “Skull Fossil From Chad Forces Rethinking of Human Origins”, National Geographic News, 10 Temmuz 2002.
163 John Whitfield, “Oldest Member of Human Family Found”, Nature, 11 Temmuz 2002
164 “Face of yesterday : Henry Gee on the dramatic discovery of a seven-million-year-old hominid”, The Guardian, 11 Temmuz 2002
165 http://www.versiontech.com/ origins/news/news_article.asp?news_id=18
166 http://www.columbia.edu/~rk2143/web/orrorin/Otungensis1.html
167 http://news.nationalgeographic.com/ news/2003/02/0227_030227_javaskull.html
168 Michael D. Lemonick ve Andrea Dorfman, “One Giant Step for Mankind”, Time, 23 Temmuz 2001.
169 Michael D. Lemonick, Andrea Dorfman,”One Giant Step for Mankind”, Time, 23 Temmuz 2001.
170 Richard Allan & Tracey Greenwood, Primates and Human Evolution in the textbook: Year 13 Biology 1999. Student Resource and Activity Manual, (Biozone International., printed in New Zealand.) , s. 260.
171 Eurekalert.com; “Oldest Human Ancestor is (Again) Called into Question”, 27 Ağustos 2002.
172 http://news.bbc.co.uk/hi/english/sci/tech/ newsid_1234000/1234006.stm
173 Daniel E. Lieberman, “Another face in our family tree”, Nature, 22 Mart 2001.
174 http://news.bbc.co.uk/hi/english/sci/tech/newsid_1234000/1234006.stm
175 http://news.bbc.co.uk/hi/english/sci/tech/newsid_1234000/1234006.stm
176 Michael Balter, Ann Gibbons, “Were ‘Little People’ the First to Venture Out of Africa?”, Science, vol. 297, no. 5578, 5 Temmuz 2002, s. 26-27.
177 Michael Balter, Ann Gibbons, “Were ‘Little People’ the First to Venture Out of Africa?”, Science, vol. 297, no. 5578, 5 Temmuz 2002, s. 26-27.
178 Michael Balter, Ann Gibbons, “Were ‘Little People’ the First to Venture Out of Africa?”, Science, vol. 297, no. 5578, 5 Temmuz 2002, s. 26-27.
179 Michael Balter , Ann Gibbons, “Were ‘Little People’ the First to Venture Out of Africa?”, Science, vol. 297, no. 5578, 5 Temmuz 2002, s. 26-27.
180 John Roach, “Skull Fossil Challenges Out-of-Africa Theory”, National Geographic News, 4 Temmuz 2002;http://news.nationalgeographic.com/news/2002/07/0703_020704_georgianskull.html
181 John Roach, “Skull Fossil Challenges Out-of-Africa Theory”, National Geographic News, 4 Temmuz 2002;http://news.nationalgeographic.com/news/2002/07/0703_020704_georgianskull.html
182 Malcolm Muggeridge, The End of Christendoms, Eerdmans, 1980, s. 59.
183 Stephen Jay Gould, “Smith Woodward’s Folly”, New Scientist, 5 Nisan 1979, s. 44.
184 Stephen Jay Gould, “Smith Woodward’s Folly”, New Scientist, 5 Nisan 1979, s. 44.
185 W. K. Gregory, “Hesperopithecus Apparently Not An Ape Nor A Man”, Science, vol. 66, Aralık 1927, s. 579.
186 Ann Gibbons, “Plucking the Feathered Dinosaur”, Science, vol. 278, no. 5341, 14 Kasım 1997, s. 1229 – 1230.
187 National Geographic, “Feathers for T. Rex?”, vol. 196, no. 5, Kasım 1999.
188 Tim Friend, “Dinosaur-bird link smashed in fossil flap”, USA Today, 25 Ocak 2000.
189 “Open Letter: Smithsonian decries National Geographic’s ‘editorial propagandizing’ of dinosaur-to-bird ‘evolution’”, http://www.trueorigin.org/birdevoletter.asp
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder