Canlı Gruplarının Aniden Ortaya Çıkışı
Evrimciler, balıkların
pikaia gibi omurgasız deniz
canlılarından, amfibiyenlerin ve günümüz balıklarının “atasal” bir
balıktan, sürüngenlerin amfibiyenlerden, kuşların ve memelilerin ayrı
ayrı sürüngenlerden ve en son olarak insanların ve günümüz maymunlarının
ortak bir atadan evrimleştiklerini iddia ederler. Bu iddialarını
bilimsel olarak ispatlayabilmeleri içinse, bu türler arasında dönüşüm
olduğunu gösteren ara geçiş canlılarının fosillerini göstermeleri
gerekir. Ancak, daha önce de belirtildiği gibi bu hayali canlılardan
eser yoktur. Evrimciler, bu nedenle bazı canlıların fosillerini taraflı
olarak yorumlar ve bu fosilleri ara geçiş formları olarak tanıtırlar.
Ne var ki bu “zoraki ara geçiş formları”
evrimcilerin kendi aralarında dahi ihtilaf konusudur ve bugüne kadar
ihtilafsız olarak kabul edilmiş gerçek bir ara geçiş formu
bulunmamıştır. Bunlar aslında geçiş formları değildirler. Ancak
evrimciler böyle bir sıralama yapmak zorunda oldukları için, buldukları
fosillerden bazılarını ara geçiş formu gibi yorumlarlar. Amerikan Doğa
Tarihi Müzesi’nden Gareth Nelson evrimcilerin “keyfi” evrimsel ata
seçimleri için şunları söyler:
Bazı atalar bulmamız gerekiyor.
Şunları seçelim. Neden? Çünkü bu ataların olması gerektiğini biliyoruz
ve bunlar en iyi adaylar. Genellikle işler böyle yürüyor. Abartmıyorum.26
Bu bölümde, canlı türlerinin birbirlerinden bağımsız olarak
yeryüzünde ortaya çıktıklarını, evrimcilerin iddia ettikleri gibi
birbirlerinden evrimleşmediklerini bilimsel delilleri ile inceleyeceğiz.
Balıkların Gerçek Kökeni
Evrimcilerin iddialarına göre, ilk omurgalı olan balıkların ataları
omurgasız canlılardır. Ancak dışında sert bir kabuğu olan, kemiği,
omurgası olmayan bu canlıların nasıl olup da, omurgalı, omurilikli
canlılara dönüştükleri evrimcilerin cevaplayamadıkları ve delil
bulamadıkları bir sorudur. Çünkü bu canlılar o kadar büyük değişiklikler
geçirmelidirler ki, dışlarındaki sert kabuk yok olurken, içlerinde
iskelet oluşmaya başlasın. Böyle bir dönüşüm içinse, her iki tür
arasında çok fazla sayıda ara geçiş formu bulunması gerekir. Oysa,
evrimcilerin omurgasız canlılarla omurgalılar arasında ara form olarak
gösterebildikleri bir tek fosil dahi bulunmamaktadır.
Evrim teorisi,
pikaia gibi ilk kordalıların zamanla
balıklara dönüştüğünü varsayar. Bu iddia özellikle 90′lı yıllarda
evrimciler tarafından sıkça dile getirilmiş, çağdaş Darwinizm’in en önde
gelen savunucularından biri olan Stephen Jay Gould,
pikaia‘yı
“hepimizin atası” olarak ilan etmişti. Bu iddia, Kambriyen devirde
omurgalıların var olmadığı varsayımına dayanıyordu. Bilinen en eski
“kordalı”, yani merkezi bir sinir ağı kolonuna sahip canlı olan
pikaia ise
Kambriyen devirde ortaya çıkmıştı ve sonraki devirlerde beliren
balıkların atası gibi gösterilmesi, fosil kayıtlarına uygun bir iddia
gibi gözüküyordu.

Pikaia fosili (alttaki kare çerçeve içinde) Evrimciler pikaia adlı
canlının balıkların atası olduğunu iddia ettiler. Oysa, daha sonra
pikaia’nın torunları olduğu iddia edilen balıklarla, pikaia’nın
Kambriyen dönemde, birlikte yaşadıkları ortaya çıktı.
|
Oysa 1999 yılında elde edilen bir bulgu, Kambriyen devirle ilgili olarak evrimcilerin öne sürdükleri bu tezi yıktı: Çünkü
pikaia ile aynı dönemde, onun sözde torunları olan balıkların da var olduğu ortaya çıktı.
Söz konusu bulgu Çin’den geldi: Çin’in Yunnan bölgesinde kazı yapan
paleontologlar 530 milyon yıllık balık fosilleri buldular. Ünlü
paleontolog Richard Monestarsky tarafından “Waking Up to the Dawn of
Vertebrates” (Omurgalıların Ortaya Çıkışına Uyanış) başlığıyla yazılan
bir haberde,
Haikouichthys ercaicunensis ve
Myllokunmingia fengjiaoa olarak adlandırılan bu iki ayrı balık türü hakkında şu yorumu yapıyordu:
Paleontologlar omurgalıları uzun
zamandan beri evrim tarihine, ilk baştaki patlama ve heyecan dindikten
sonra katılan bir grup olarak kabul edegelmişlerdir. Ancak Çinli
paleontologlar, omurgalıların kökenini, neredeyse tüm diğer
hayvan gruplarının fosil kayıtlarının ortaya çıktığı güçlü biyolojik
patlamaya kadar götüren iki balık fosili buldular. Yunnan
bölgesindeki 530 milyon yıllık kayalar içinde saklı olan bu kalıntılar
bilinen en eski balıklara aitler ve bilinen diğer en eski omurgalı
fosillerden en az 30 milyon yıl daha yaşlılar.27

1999 yılındaki yeni bir bulgu, Kambriyen döneminde yaşamış olan iki
balık türünün varlığını ortaya çıkarmıştır.resim:1Haikouichthys
ercaicunensis, resim2 Myllokunmingia fengjiaoa
|
Kambriyen devirde omurgalıların da var olduğunun anlaşılmasıyla
birlikte, artık evrim teorisinin “hayat ağacı”nın hiçbir ciddiye alınır
yanı kalmamıştır. Omurgalılar da dahil olmak üzere tüm temel canlı
kategorileri aynı jeolojik dönemde ortaya çıktığına göre, “ortak atadan
evrimleşme”den söz edilemeyeceği ortadadır.
Balıkların diğer tüm kompleks canlı gruplarıyla aynı anda ortaya
çıkmış olması, başka bir türden evrimleşmediklerini, birdenbire
yaratıldıklarını göstermektedir. Nitekim Kambriyen devri sonrasında da,
tüm farklı balık kategorileri, fosil kayıtlarında bir anda ve hiçbir
ataları olmadan ortaya çıkarlar.
Balıklardan Amfibiyenlere
Evrimcilerin iddiasına göre kara canlılarının atası bir balık
türüdür. Evrimciler hala tespit edemedikleri bu hayali balık türünün,
kuraklık sonucunda çamurda yürümek ve yaşamak zorunda kaldığını, bunun
için yüzgeçlerinin ayaklara, solungaçlarının akciğere evrimleştiğini,
vücut atıklarını arıtmak için böbreklere sahip olduğunu, derisinin sıvı
kaybetmeyi önleyecek özellikler kazandığını ve böylece ilk
amfibiyenlerin ortaya çıktığını öne sürmektedirler. Bir balık tüm bu
değişimleri, hatta çok daha fazlasını geçirmedikçe karada yaşamaya uygun
hale gelemeyecek, en fazla birkaç dakika içinde ölecektir.
Evrimcilerin amfibiyenlerin atası olarak gösterdikleri üç farklı balık türü vardır. Bunlardan biri ünlü yaşayan fosil
Cœlacanth‘tır.
Bu balık türü yüzgeçlerinin kalınlığı ve kemikli oluşu gibi bazı
yapılarından dolayı yıllarca amfibiyenlerin atası olarak tanıtılmıştır.
Ancak 1938 yılında Hint Okyanusu’nda canlısının yakalanmasıyla,
evrimcilerin bu balık üzerinde yaptıkları spekülasyonların geçersiz
olduğu anlaşılmıştır. Sonraki yıllarda da 200 kadar daha canlı
Cœlacanthyakalanmıştır. Canlı
Cœlacanth‘ın
incelenmesiyle bu balığın yumuşak anatomisinin amfibiyenlere
benzemediği, karaya çıkmak üzere olmadığı, sığ sularda değil derin
denizlerde yüzdüğü görülmüştür.
(Detaylı bilgi için bkz. Sahte Ara Formlar Bölümü).

Günümüzde yaşayan Colacanth
|
Günümüz evrimcilerinin büyük bir çoğunluğunun amfibiyenlerin atası olarak gösterdikleri bir diğer balık grubu ise
Rhipidistia takımından balıklardır. Bu balıkların yüzgeçlerinde,
Cœlacanth‘ta
olduğu gibi kalın bir doku ve kemikler bulunmaktadır. Evrimciler ise bu
farklı yapılardan dolayı, bu canlıda ayaklar oluşmaya başladığını iddia
etmektedirler. Oysa, bu yapıların kara canlılarının ön ve arka ayakları
ile hiçbir benzerliği bulunmamaktadır. Ayrıca,
Cœlacanth‘ta
olduğu gibi canlının yüzgecinin sert kısımları kaslarına gevşekçe
bağlanmıştır. Bu ise vücudun ağırlığını taşımaya destek verecek şekilde
omurgaya bağlı olmadığını gösterir. Yani, bu balıkların yüzgeçlerinde,
kara canlıların ayaklarına benzeyen hiçbir özellik bulunmamaktadır.
Ayrıca fosil kayıtlarında bulunan en eski amfibiyende leğen ve omuzlar
geniş ve güçlüdür. Bunlar, balıklarda bulunmayan özelliklerdir ve
evrimcilerin öne sürdükleri sözde atalarda bu tür yapıların gelişimine
dair hiçbir iz bulunmamaktadır.
Evrimcilerin üçüncü “amfibiyen atası” adayları ise, akciğerli balıklardır (
Dipnoi takımından).
Bu balıklar solungaçlarının yanısıra yüzeye çıkarak hava
soluyabilirler. Ancak sahip oldukları akciğer yapısının kara
canlılarının akciğerleri ile hiçbir benzerliği bulunmamaktadır. Bu
balığın iskelet yapısı da amfibiyenlerden çok farklıdır. Örneğin balığın
yüzgeç yapısında ayaklara dair hiçbir iz yoktur. Sadece omurganın değil
iç organlarının yapısı da oldukça farlıdır. Bu nedenle bu balıkların
amfibiyenlere evrimleşebilmesi için çok büyük değişiklikler geçirmeleri
gerekmektedir. Örneğin leğen kemeri oluşurken, solungaçların gerçek
akciğerlere ve kulaklarla gözlerin kuru havada işleyebilecek yapılara
dönüşmeleri gerekmektedir.
Evrimciler amfibiyenlerin sözde atası olarak hangi balık türünü kabul
ederlerse etsinler, bir balığın amfibiyene dönüşebilmesi için geçirmesi
gereken değişiklikler çok fazla sayıdadır. Dolayısıyla iki türün
arasında birçok ara form bulunması gerekir; yarı yüzgeçli- yarı ayaklı,
yarı solungaçlı-yarı akciğerli, yarı böbrekli vb. garip canlıların
yaşamış olması ve bu canlıların sayılarının milyonlarca olması gerekir.
Ancak, fosil kayıtlarında bu tür canlıların bir tanesine dahi
rastlanmamıştır. Tüm dünyada 100 milyonu aşkın fosilin arasında tam
balıklar, tam amfibiyenler vardır, ancak bu tür ara geçiş formları
bulunmamaktadır. Bu evrimcilerin de kabul ettiği ve evrim teorisini
yalanlayan bir gerçektir.

Avustralya akciğerli balığı. Evrimciler, akciğerli balıkların,
amfibiyenlerin atası olduğunu iddia ederler. Ancak bu balıkların akciğer
yapısının kara canlılarının akciğerleri ile hiçbir benzerliği
bulunmamaktadır.
|
Örneğin MIT’den profesör Robert Wesson, amfibiyenlerin fosil
kayıtlarında aniden belirdiklerini ve balıklardan amfibiyenlere geçişi
gösteren bir delil olmadığını şöyle açıklar:
Bir balığın amfibiyene
dönüşürken hangi aşamalardan geçtiği bilinmiyor. İlk amfibiyenlerle bazı
kemikli yüzgeçleri olan belli (rhipidistian) balıklar arasında
benzerlikler var. Ancak en erken kara hayvanları, dört iyi ayak, omuz ve
leğen kemeri, kaburga kemikleri, ve farklı kafa yapıları ile ortaya
çıkarlar… 320 milyon yıl önce, birkaç milyon yıl içinde bir düzine
amfibiyen takımı kayıtlarda aniden beliriyorlar ve açıkça hiçbiri
diğerinin atası değil. 28

Evrim teorisine göre, kara canlıları balıklardan evrimleşmiştir.Eğer bu
iddia doğru olsaydı, fosil kayıtlarında resimdeki gibi yarı balık-yarı
sürüngen canlılara ait fosiller bulunmalıydı. Ancak fosil kayıtlarında,
bu tür canlıların hiçbir zaman yaşamadıkları görülmektedir.
|
Wesson’ın da belirttiği gibi, kara canlıları fosil kayıtlarında 4
sağlam ayakları, omuzları, kaburgaları ve diğer kara canlılarına has
özellikleri ile aniden belirmektedirler. Bu canlıların evrimsel atası
olarak gösterilebilecek hiçbir fosil bulunmamaktadır. Aynı gerçeği Yale
Üniversitesi’nden biyoloji profesörü Keith Stewart Thomson şöyle ifade
etmektedir:
Balıklarla Tetrapodlar (dört ayaklı kara
canlıları) arasında hala gerçek ara form fosillerine sahip olmamamıza
rağmen, Tetrapodların atası olması gereken balık grubunun özellikleri
hakkında oldukça gürültülü bir şekilde tartışma özgürlüğüne sahibiz.
29

Acanthostega: Evrimcilerin balıklardan amfibiyenlere geçişe örnek
gösterdikleri bir canlı. Ancak bu canlı bir ara geçiş formu değildir.
|
Amfibiyenlerden Sürüngenlere
Darwinist iddiaya göre, kaplumbağa, timsah, kertenkele, yılan gibi
sürüngenler amfibiyenlerden evrimleşmişlerdir. Amfibiyenler ve
sürüngenler birçok açıdan çok farklı özelliklere sahiptirler. İki canlı
grubu arasındaki en belirgin farklılıklardan biri yumurta yapılarıdır.
Amfibiyenler yumurtalarını suya bıraktıkları için yumurtalar suda
gelişmeye uygun bir yapıya sahiptirler. Geçirgen ve şeffaf bir zarları
ve jölemsi yapıları vardır. Sürüngenlerin yumurtalarının yapısı ise kara
iklimine uygun olarak yaratılmıştır. “Amniotik yumurta” olarak da
bilinen sürüngen yumurtasının sert kabuğu hava geçirir, ama su geçirmez.
Bu sayede yavrunun ihtiyaç duyduğu sıvı, o yumurtadan çıkıncaya kadar
saklanır.
 
sol resim: Amfibiyenlerle sürüngenler arasındaki en önemli farklardan
biri yumurtalarının yapısıdır. Amfibiyenlerin su ortamına uygun şeffaf
ve geçirgen yumurtalarına karşılık, sürüngenlerin kara ortamına uygun
kalın kabuklu yumurtaları vardır. sağ resim1: Tam bir amfibiyen,sağ
resim: 2-4 Hayali ara geçiş formları sağ resim:Tam bir
sürüngen.Sürüngenlerin, amfibiyenlerden evrimleştiğini gösteren hiçbir
ara geçiş fosili bulunmamaktadır.
|
Amfibiyen yumurtaları eğer karaya bırakılacak olsa, kısa zamanda
kuruyacak ve içindeki embriyolar da ölecektir. Bu durum, sürüngenlerin
kademeli olarak amfibiyenlerden evrimleştiklerini öne süren evrim
teorisi açısından açıklanamayan bir sorundur. Çünkü karada yaşam
başlayacaksa, amfibiyen yumurtasının tek bir nesil içinde amniotik
yumurtaya dönüşmesi zorunludur. Bunun evrim mekanizmaları olarak öne
sürülen doğal seleksiyon-mutasyon tarafından nasıl yapılmış olabileceği
açıklanamamaktadır.
Öte yandan, fosil kayıtları da sürüngenlerin kökenini evrimci bir
açıklamadan yoksun bırakmaktadır. Ünlü evrimci paleontolog Lewis L.
Carroll, “Sürüngenlerin Kökeni Sorunu” başlıklı bir makalesinde bu
gerçeği şöyle kabul eder:
Ne yazık ki sürüngenlerin ortaya
çıkışı öncesinde var olan tek bir sürüngen atası örneği yoktur. Bu ara
formların olmayışı, amfibiyen-sürüngen geçişi hakkındaki çoğu problemi
çözümsüz bırakmaktadır.30

Evrimcilerin, sürüngenlerin atası olarak tanıttıkları Seymouria’nın
sürüngenlerle aynı dönemde yaşadığı anlaşıldığında, evrimcilerin bu
iddiası da çöpe atılmıştır.
|
Omurgalı paleontolojisi konusunda otorite sayılan Robert Carroll ise
“en erken sürüngenlerin, tüm amfibiyenlerden çok farklı olduklarını ve atalarının hala belirlenemediğini” kabul etmek zorunda kalır.
31 Aynı gerçek Stephen Jay Gould tarafından da kabul edilmekte ve Gould,
“hiçbir fosil amfibiyen, tümüyle karada yaşayan omurgalıların (sürüngen, kuş ve memelilerin) atası olarak görünmüyor” demektedir.
32
Şimdiye dek “sürüngenlerin atası” olarak gösterilmeye çalışılan en önemli canlı ise,
Seymouria adlı amfibiyen türü olmuştur. Oysa
Seymouria‘nın bir ara form olamayacağı,
Seymouria‘nın
yeryüzünde ilk kez ortaya çıkışından 30 milyon yıl öncesinde de
sürüngenlerin yaşadıklarının bulunmasıyla ortaya çıkmıştır. En eski
Seymouria fosilleri, Alt Permiyen tabakasına, yani bundan 280 milyon yıl öncesine aittir. Oysa bilinen en eski sürüngen türleri olan
Hylonomus ve
Paleothyris, Alt Pensilvanyen tabakalarında bulunmuşlardır ki, bu tabakalar 330-315 milyon yıl öncesine aittir.
33 Bu
durumda “sürüngenlerin atası”nın, evrimcilerin iddia ettikleri gibi
sürüngenlerden çok sonra yaşamış olması elbette imkansızdır.
Kısacası bilimsel bulgular, sürüngenlerin yeryüzünde evrim teorisinin
öne sürdüğü gibi kademeli bir gelişimle değil, hiçbir ataları olmadan
bir anda ortaya çıktıklarını göstermektedir.
Deniz Sürüngenlerinin Gerçek Kökeni
Deniz sürüngenleri de, evrimcilerin kökenini açıklayamadıkları bir
başka canlı grubudur. Günümüzde deniz kaplumbağaları bu grubun bir üyesi
olarak yaşamaktadır. Bilinen en önemli deniz sürüngeni ise,
Ichthyosaur olarak
adlandırılan soyu tükenmiş canlıdır. Evrimciler bu canlının karada
yaşayan sürüngenlerden evrimleştiğini öne sürerler. Ancak bunun nasıl
gerçekleştiğini açıklayamaz ve fosil kayıtlarından delil de sunamazlar.

resim1: Soyu tükenmiş bir deniz sürüngeni olan Ichthyosaur
resim2: Ichthyosaur fosili
|
Ichthyosaurların özellikle okyanus
açıklarında ve derin sularda yaşayan türleri oldukça kompleks ve özgün
özelliklere sahiptir. Evrimciler ise, karada yaşayan bir sürüngenin,
tesadüfler sonucunda açık ve derin sularda yaşamaya adapte olduğunu öne
sürmektedirler. Bu gerçekleşmesi imkansız bir senaryodur. Omurgalı
tarihi uzmanı Romer,
Ichthyosaur‘un kendine özgü özelliklerinin
ortaya çıkması için çok uzun bir zaman dilimi gerektiğini, dolayısıyla
bu canlıların çok eski bir kökene sahip olmalarının zorunlu olduğunu
belirtir ve sonra bu canlıların atası olarak kabul edilebilecek hiçbir
Permiyen devri sürüngeninin bilinmediğini kabul eder.
34 Romer’ın 60′lı yıllarda tespit ettiği bu gerçek hala geçerliliğini korumaktadır.
Nisan 2003 tarihli
Scientific American dergisinin özel ekinde yayınlanan “Rulers of the Jurassic Seas” (Jurasik Denizlerin Hakimi) başlıklı yazıda da
Ichthyosaurların
sadece kıyılarda değil okyanus açıklarında yaşam için uygun oldukları
belirtilmekte ve bu nedenle karadan denize geçmek için “aşırı
adaptasyonlar” geçirerek, birçok özelliklerini kaybetmeleri ve yeni
özellikler kazanmaları gerektiği anlatılmaktadır.
35 Bu
ise canlının ortaya çıkışına kadar çok uzun bir dönem geçmesini ve çok
fazla sayıda ara form olmasını zorunlu kılar. Oysa fosil kayıtlarında
Ichthyosaurların
ataları olarak kabul edilebilecek ara formlardan eser yoktur. Bulunan
fosiller ya kara sürüngenlerine ya da deniz sürüngenlerine aittir.
Ichthyosaurlar ile kara canlılarının bazı özelliklerinin
kıyaslanması, bu iki canlı türü arasındaki evrimin ne kadar imkansız
olduğunu görmek açısından faydalı olacaktır:
•
Ichthyosaurları, kara canlılarından ayıran en belirgin
özelliklerinden biri yüzmek için kullandıkları palet benzeri geniş ve
yassı ayaklarıdır. Kara canlılarında bu tür yassı bir ayak yoktur.
Birçok sürüngenin ön ayaklarındaki ince kemiklerin aksine,
Ichthyosaurların
ön ayak kemikleri kısa ve geniştir. Dahası, ayak kemiklerinin hepsinin
şekli birbirine benzerdir. Diğer dört ayaklı canlıların çoğunda
bilekteki kemiklerle avuç içi kemiklerini ayırt etmek oldukça kolaydır.
Daha da önemlisi,
Ichthyosaurların kemikleri aralarında deri
olmaksızın birbirine çok yakın olacak şekilde sıkıştırılmıştır ve
böylece sert ve dayanıklı bir levha oluşmuştur. Bütün ayak parmaklarının
tek bir yumuşak doku içine kapatılmış olması hayvanın ayaklarının
sertliğini artırmaktadır. Günümüz balinaları, yunusları, fok balıkları
ve deniz kaplumbağalarında da aynı yapı vardır. Bu tür yumuşak dokular
aynı zamanda palet ayakların hidrodinamik verimliliğini artırmaktadır,
çünkü su direncini azaltacak bir şekle sahiptirler. Eğer parmaklar
birbirinden ayrı olsaydı bu gerçekleşemezdi.
Ichthyosaurların
bu özgün ayaklarının evrimle nasıl meydana geldiği sorusu ise
cevapsızdır. Ne balıkların yüzgeçlerinden ne de kara sürüngenlerinin
ayaklarından böyle bir ayak yapısına aşamalı geçiş olduğunu gösteren
hiçbir delil yoktur. Ayrıca,
Scientific American da bu tür bir palet ayağa aşamalı ve belli bir sırada geçiş olmadığını kabul etmekte ve şöyle demektedir:
Aslında Ichthyosaur ayaklarının
analizleri, parmakların kaybolduğu, eklendiği ve bölündüğü çok karmaşık
bir evrimsel süreç ortaya koymaktadır.36
Görüldüğü gibi,
Ichthyosaurların palet ayaklarının sözde
evrimsel tarihi evrimcilerin bekledikleri gibi süreklilik gösteren bir
gelişim göstermemektedir. Ancak
Scientific American tüm diğer
evrimciler gibi, bu durumu göz ardı etmekte ve klasik evrimci demagojisi
ile okuyucuların da gerçekleri göz ardı etmelerini sağlamak için şöyle
demektedir:
Söylemeye gerek yok, evrim her zaman bir özellikten diğerine devamlı ve tek bir yöne doğru yol izlemez.37
İşte evrimciler “evrimsel beklentilerini” bulamayınca bu tür
açıklamalar yaparak, teorilerini kurtarmaya çalışırlar. Oysa, fosil
kayıtlarından elde edilen bulgular ortada bir evrim olmadığını açıkça
göstermektedir.
• Sürüngenlerle
Ichthyosaurlar arasındaki bir diğer fark
vücutlarının önündeki omurgaların sayısıdır. Sürüngenlerin vücutlarının
ön kısmında sadece 20 kadar omurga varken,
Ichthyosaurlarda 40
kadar omurga vardır. Yani sözde evrim sürecinde bu canlılara isabet eden
mutasyonların, diğer değişikliklerin yanısıra bu canlılara 20 omurga
daha eklemiş olması gerekmektedir. Yine, tahmin edilebileceği gibi,
omurga sayısı açısından da ara geçiş formu oluşturabilecek sürüngelerin
(örneğin 25, 30 veya 35 omurgalı canlıların) fosillerinden eser yoktur.

resim: 1 Sürüngen yapısına sahip timsah fosili. resim: 2-4 Bu hayali ara
geçiş formlarına ait fosil ve yeryüzü katmanlarında rastlanmaz.
|
• Açık okyanuslarda avlanan hayvanların, çok az av bulabildikleri
için enerji açısından çok verimli bir yüzüş şekline sahip olmaları
gerekir. Kuyruğa benzer bir yüzgeç böyle bir yüzüş için idealdir. Bu tür
yüzgeçler kayak gibi salınır ve aynı zamanda canlının seyir etkinliğini
de artırır.
Ichthyosaurlarda da bu tür bir yüzgeç
bulunmaktadır. Bu yüzgecin öncülü sayılabilecek hiçbir biyolojik yapıya
dair bir fosil izi ise yoktur.
Görüldüğü gibi balık şekilli
Ichthyosaurlar derin okyanus
sularında yaşamak için özel olarak yaratılmış son derece kompleks
özelliklere sahiptirler. Bir kara canlısının bu özelliklere sahip olması
için sayısız isabetli mutasyona maruz kalması gerekir. Oysa tesadüfler,
bir canlının her özelliğini, belli bir ortama uygun olacak şekilde,
planlı olarak değiştiremezler. Tesadüfler bir kara canlısını, ayak
parmaklarından omurgalarına, gözünün yapısından yüzüş şekline kadar
nasıl değiştireceklerini, derin sularda yaşayabileceği şekilde bu
canlıyı nasıl tasarlamaları gerektiğini bilemezler. Tesadüfler bunları
başarabilecek bilince ve akla sahip değillerdir. Nitekim fosil kayıtları
da, bu canlıların kademeli tesadüfi değişikliklerle değil, bir anda,
kompleks ve özgün yapılarıyla ortaya çıktıklarını göstermektedir.
Colbert ve Morales,
Evolution of the Vertebrates (Omurgalıların Evrimi) adlı kitaplarında bu canlıların kökeni hakkında şunları söylemektedirler:
Deniz memelilerinin pek çok yönden en
özelleşmiş türü olan Ichthyosaur, erken Triasik devrinde ortaya
çıkmıştır. Sürüngenlerin jeoloji tarihine girişleri son derece ani ve
dramatik bir şekilde olmuştur; Triasik öncesi devirlere ait fosil
yataklarında, Ichthyosaurların
muhtemel atalarına ait hiçbir iz yoktur…
Ichthyosaur ilişkileri hakkındaki en temel sorun, bu sürüngenleri
bilinen başka herhangi bir sürüngen takımına bağlayabilecek hiçbir
sonuca götürücü delilin bulunamayışıdır.
38
Omurgalı paleontoloğu Chris McGowan ise,
Ichthyosaurların hiçbir evrimsel ataları olmadan fosil kayıtlarında aniden belirdiklerini şöyle ifade eder:
Ichthyosaurların gökten
düştüklerini öne sürdüm. Utanç verici gerçek şu ki, Ichthyosaurların
ataları hala bulunamadı. Bu durum, paleontologların spekülasyonda
bulunmalarına engel olmadı, sürüngen gruplarının çoğu zaman, zaman olası
Ichthyosaur atası olarak tanıtıldı.39
Evrimci McGowan’ın açık yüreklilikle itiraf ettiği gibi, delil
olmaması evrimcilerin deniz sürüngenlerinin kökeni için uydurma atalar
üretmelerine engel olmamaktadır. Ancak evrimci spekülasyonlar,
gerçekleri örtbas etmeye yetmemektedir. Çok açıktır ki, tüm diğer
canlılar gibi deniz sürüngenleri de yaratılmışlardır, bu nedenle fosil
kayıtlarında “atalarına” ait fosiller bulunamamaktadır.
Memelilerin Gerçek Kökeni
Evrim teorisine göre bazı sürüngenler kuşlara, bazıları da memelilere
evrimleşmiştir. Ancak, memelilerle sürüngenler arasında çok büyük
farklılıklar vardır. Örneğin sürüngenler soğukkanlıdır, sert kabuklu
yumurtalar yumurtlayarak çoğalırlar. Vücutları pullarla kaplıdır. Tüm
sürüngenlerin alt çenelerinde yedi kemik vardır. Kulaklarında ise birer
kemik bulunur. Memeliler ise sıcakkanlıdır, yavrularını doğururlar, süt
bezleri ve tüyleri vardır. Tek alt çene kemikleri vardır ve her iki
kulaklarında çekiç, üzengi ve örs olarak adlandırılan üç kemikleri
bulunur. Eğer, memelilerin son derece kompleks ve iç içe geçmiş sistem
ve yapıları mutasyonlar sonucunda sürüngenlerden evrimleşmiş ise, fosil
kayıtlarında bu geçişi gösteren çok fazla sayıda fosil olmalıdır.
Örneğin süt bezleri yarım oluşmuş, derisinde yarı pullar-yarı tüyler
olan, bacaklarının bir kısmı daha uzamış, bir kısmı hala sürüngen bacağı
gibi daha kısa ve benzeri yarım, tamamlanmamış özelliklere sahip
canlıların fosillerine yeryüzü tabakalarında mutlaka rastlamamız
gerekirdi. Ancak böyle tek bir fosil bile yoktur. Çünkü bu tür canlılar
tarih boyunca hiçbir zaman yaşamamışlardır; yaşamış olsalardı
fosillerini bulunurdu.

Resim 1: Tam bir sürüngen olan timsah.Resim 2-5: Hayali ara formlar
Resim 6: Tam bir memeli olan sincap.Resim 7: Çok sayıda fosiline
rastladığımız tam bir kaplumbağa Resim 8: Bu ve benzeri hayali ara
formlardan eser yokturbu ve benzeri hayali ara formlardan ise tek bir
tane bile yoktur! Resim 9: Fosilleri olan tam bir tavşan
|
Ayrıca, atlardan insanlara, sincaplardan fillere kadar çok fazla
memeli türü ve cinsi vardır. Bu türlerin hepsinin sürüngenlerden
evrimleştikleri öne sürülmektedir. Memelilerin ortaya çıkışının ise 100
milyon yıl sürdüğü iddia edilmektedir. Dolayısıyla, bu kadar uzun bir
süre içinde, çok fazla sayıda türün oluşabilmesi için, milyonlarca ara
form fosilinin bulunmuş olması gerekir. Ancak evrimcilerin bulmayı
umdukları ara formların bir tanesine dahi fosil kayıtlarında
rastlanmamıştır. Evrimciler sadece
Therapsida takımına ait ve
“memeli benzeri sürüngenler” olarak da bilinen grubun fosillerini
sürüngenlerle memeliler arasındaki ara form olarak gösterirler. Ancak
SAHTE ARA FORMLAR bölümünde ayrıntıları ile inceleneceği gibi bu
iddiaları geçersizdir.
Memelilerin atası olarak gösterilen “memeli benzeri sürüngenlerin”
soyu tükenmiştir ve bu canlılar fosil kayıtlarında aniden belirir ve
aniden yok olurlar.
Memeli benzeri sürüngenlerin soylarının tükenmiş olması evrimcilere
bu canlıların fosilleri üzerinde istedikleri gibi spekülasyon yapma
imkanı tanımaktadır. Oysa, sadece birkaç kemiğe bakarak, türler arasında
benzerlik kurmak güvenilir bir yöntem değildir. Bazı evrimciler
iskeletleri arasında benzerlik olan canlıların yumuşak dokularının da
benzer olduğu yanılgısına düşerler. Michael Denton evrimcilerin bu
yanılgısı hakkında şu açıklamayı yapar:
… İskeletleri açısından birbirine çok yakın
gibi görünen fosil canlıların aslında tüm biyolojileri gözönünde
bulundurulduğunda birbirlerine uzak oldukları görülür – plasentalı ve
keseli köpeklerde olduğu gibi. Dahası, memeli benzeri sürüngenler gibi
hiçbir temsilcisi kalmamış olan grupların yumuşak biyolojilerinin,
bilinen sürüngen veya memelilerden tamamen farklı olma olasılığı vardır.
Bu ise onların potansiyel memeli atası olma olasılıklarını tamamen
ortadan kaldırmaktadır. Aynı, canlı Cœlacanth’ın bulunmasıyla, yumuşak
anatomisindeki beklenmeyen ve Rhipidistian akrabalarının atasal
statülerine şüphe düşüren özelliklerin ortaya çıkması gibi.
40
Memeli benzeri sürüngenlerin beyinlerinin incelenmesi sonucunda, bu
canlıların memeli özellikleri göstermedikleri, tamamen sürüngenlere
benzedikleri sonucu elde edilmiştir. Memeliler, beyin büyüklükleri ile
tüm sürüngenlerden (ve “memeli benzeri sürügenlerden”) ayrılmaktadırlar:
… Benzer faktörler memeli benzeri sürüngenler gibi diğer klasik geçiş gruplarının da statülerini gölgelemektedir. Memeli benzeri sürüngenlerin anatomileri ve fizyolojilerinin tamamen sürüngen olma olasılığı göz ardı edilemez. Yumuşak biyolojileri ile ilgili elimizdeki tek delil kafatası iç yapılarıdır. Ve bunlar sinir sistemleri açısından tamamen sürüngen olduklarını ortaya
koymaktadır. Kafatası iç yapılarını inceleme konusunda diğer
otoritelerden daha tecrübeli olan Jerison, memeli benzeri sürüngenlerin
beyinleri hakkında şu yorumu yapar: “…bu hayvanların beyinleri tipik
daha aşağı omurgalı beynidir…”. Kafatası iç yapıları beklenen beyin
ölçülerinin hacmine çok yakın olduğu ve bunlar beyin ölçüsündeki
maksimum limiti gösterdiği için, memeli benzeri sürüngenlerin memelilere
yakın ölçülerde beyinleri olması mümkün değildir… Kısacasımemeli benzeri sürüngenler beyinleri açısından memelilere değil, sürüngenlere benzemektedirler…”
Memeli benzeri sürüngenlerin beyinlerinde memelilere benzer
özellikler olması ile ilgili aslında az sayıda iddia bulunmaktadır…
Önbeyin, pozisyonu belirlenebildiği ölçüde, sürüngen ölçülerinde ve
şeklindedir. Bilinen en eski memeli fosillerinde ise durum bu değildir.
Hakkında ikna edici bir delili olan ilk
memeli –yani Üst Jurasik döneminden Triconodon–böcek yiyen hayvanlar
veya Virjinya Opossumu (küçük bir memeli türü) gibi günümüzde yaşayan
“ilkel” memelilerle aynı seviyedeydi. Kesinlikle kendisiyle benzer
büyüklüğe sahip sürüngenlerden daha büyük beyinliydi.
41
“Memeli benzeri sürüngenler” aslında sadece
çene eklem yerlerinden dolayı böyle bir benzetmeyle tanımlanmaktadırlar.
Oysa tek bir özellik, böyle bir tanımlama için yeterli değildir.
42

Roger Lewin
|
Bu canlıların üzerinde yapılan incelemeler de bunların memelilerle bir ilgileri bulunmadığı yönünde sonuç vermektedir. Örneğin
Morganucodon, 1973 yılında Londra Üniversitesi Koleji, zooloji bölümünden Dr. K. A. Kermack ve başka araştırmacılar tarafından
Cynodont, yani gerçek sürüngen evresini geçmiş bir ara geçiş formu olarak tanıtılmıştı. Çin’de ve Britanya’nın Galler Bölgesinde birçok
Morganucodon parçası
bulundu. Bu, yaklaşık aynı dönemlerde, dünyanın denizle birbirinden
ayrılmış iki ayrı ucunda, aynı geçiş evrelerinin yaşandığını
gösteriyordu, ki bu imkansızdı. Araştırmacılar
Morganucodon‘un ve daha önce bulunan
Kuehneotherium‘un çene kemikleri açısından tam bir sürüngen olduklarını belirttiler.
43
Sürüngenlerle memeliler arasında ara form oldukları iddia edilen bu
canlılar hakkında bir başka sorun ise, zaman ile ilgilidir. Bu memeli
benzeri sürüngenler büyük sürüngen döneminin sonunda değil başında
ortaya çıkmaktadırlar. Bu ise hayali evrim ağacına göre 100 milyon yıl
erken ortaya çıktıkları anlamına gelmektedir.
Tom Kemp,
New Scientist dergisindeki “The Reptiles That
Became Mammals” (Memeliye Dönüşen Sürüngenler), başlıklı evrimci
yazısında memeli benzeri sürüngenlerin fosil kayıtlarında aniden
belirdiklerini şöyle kabul etmektedir:
Memeli benzeri sürüngenlerin her
türü fosil kayıtlarında aniden belirirler ve öncelerinde bir ataları
yoktur. Bir süre sonra, aynı şekilde aniden, arkalarında soyları olan
bir tür bırakmadan kaybolurlar.44
Tüm bunlar, sürüngenlerin memelilere
evrimleştiği yönündeki varsayımın hiçbir bilimsel temeli olmadığını
göstermektedir. Evrimci paleontolog Roger Lewin’i, “ilk memeliye nasıl geçildiği hala bir sırdır” demek zorunda bırakan açmaz, devam etmektedir.45
Öte yandan, memelilerin kendi içlerindeki kategorilerin kökeni de
evrim teorisi açısından karanlıktadır. Evrimci zoolog Eric Lombard,
Evolution (Evrim) adlı dergide şöyle yazar:
Memeliler sınıfı içinde evrimsel
akrabalık ilişkileri (filogenetik bağlar) kurmak için bilgi arayanlar,
hayal kırıklığına uğrayacaktır.46
Kısacası memelilerin kökeni, diğer canlı gruplarında olduğu gibi, evrim teorisiyle hiçbir şekilde uyuşturulamamaktadır.
Deniz Memelilerinin Gerçek Kökeni
Balinalar ve yunuslar, aynı karadaki memeliler gibi doğurdukları,
yavrularını emzirdikleri, akciğerle nefes alıp vücutlarını ısıttıkları
için “deniz memelileri” olarak bilinen canlı grubunu oluştururlar. Deniz
memelilerinin kökeni ise, evrimciler tarafından açıklanması en zor olan
konulardan birisidir. Çoğu evrimci kaynakta, ataları karada yaşayan
deniz memelilerinin, uzun bir evrim süreci sonunda deniz ortamına geçiş
yapacak biçimde evrimleştikleri öne sürülür. Buna göre, sözde ataları
olan balıkların “sudan karaya geçiş” süreci yaşadığı varsayılan deniz
memelileri, ikinci bir evrim sürecinin sonucu olarak tekrar su ortamına
dönmüşlerdir. Oysa bu teori hiçbir paleontolojik delile dayanmaz ve
mantıksal yönden de çelişkilidir.
  |
Evrim teorisinin balinaların kökeni hakkında iddiası, bir “fosiller
dizisine” dayanır. Bir dizi canlı ard arda sıralanmakta ve bunların
“balina evriminin ara formları” olduğu ileri sürülmektedir. Bu
canlıların yaşadıkları jeolojik devre göre sırası, evrimcilere göre,
şöyledir:
Pakicetus (50 milyon yıl önce > Ambulocetus (49 milyon yıl önce) > Rodhocetus (46.5 milyon yıl önce) > Procetus (45 milyon yıl önce) >Kutchicetus (43-46 milyon yıl önce) > Dorudon (37 milyon yıl önce) > Basilosaurus (37 milyon yıl önce) > Aetiocetus (24-26 milyon yıl önce)
Bu şemanın pek çok yanıltıcı özelliği vardır. Ancak öncelikle en temel olanını açıklayalım. Şemadaki ilk iki canlı, yani
Pakicetus ve
Ambulocetus,
evrimcilere göre birer “yürüyen balina”dır, ama gerçekte birer kara
memelisi olan bu canlıları “balina” olarak tanımlamak, tamamen hayali
hatta komik bir iddiadır.
Önce
Pakicetus‘a bakalım.
Uzun ismi
Pakicetus inachus olan bu soyu tükenmiş
memeliye ait fosiller, ilk kez 1983 yılında gündeme geldi. Fosili bulan
P. D. Gingerich ve yardımcıları, canlının sadece kafatasını bulmuş
olmalarına rağmen, hiç çekinmeden onun “ilkel balina” olduğunu iddia
ettiler.

EVRİMCİLERİN “YÜRÜYEN BALİNA” SENARYOSU BİLİM DIŞIDIR
resim1: Pakicetus (50 milyon yıl önce) resim 2:Ambulocetus (49 milyon
yıl önce) resim3:Kutchicetus (43-46 milyon yıl önce) resim4: Rodhocetus
(46.5 milyon yıl önce) resim5: Dorudon (37 milyon yıl önce) resim6:
Basilosaurus (37 milyon yıl önce)resim7: Pakicetus
|
Oysa fosilin “balina” olmakla yakından-uzaktan bir ilgisi yoktu.
İskeleti, bildiğimiz kurtlara benzeyen dört ayaklı bir yapıydı. Fosilin
bulunduğu yer, paslanmış demir cevherlerinin de bulunduğu ve salyangoz,
kaplumbağa veya timsah gibi kara canlılarının da fosillerini barındıran
bir bölgeydi; yani bir deniz yatağı değil kara parçasıydı.
Peki dört ayaklı bir kara canlısı olan bu
fosil, neden “ilkel balina” olarak ilan edilmişti? Sadece dişlerindeki
ve kulak kemiklerindeki bazı ayrıntılar nedeniyle! Oysa bu özellikler
Pakicetus ile
balinalar arasında bir ilişki kurmak için kanıt olamaz. Canlılar
arasında anatomik benzerliklerden yola çıkılarak kurulmak istenen bu
gibi teorik ilişkilerin çoğunun son derece çürük olduğunu evrimciler de
kabul etmektedirler. Eğer Avustralya’da yaşayan gagalı bir memeli olan
Platypuslar ve ördekler soyları tükenmiş canlılar olsalardı, evrimciler
aynı mantıkla (gaga benzerliğinden yola çıkarak) bunları da
birbirlerinin akrabası ilan edeceklerdi. Oysa Platypus bir memeli, ördek
ise bir kuştur ve aralarında evrim teorisine göre de bir akrabalık
kurulamaz. Aynı şekilde evrimcilerin “yürüyen balina” ilan ettiği
Pakicetus da
farklı anatomik özellikleri bünyesinde barındıran özgün bir cinstir.
Nitekim omurgalı paleontolojisinin otoritelerinden Carroll,
Pakicetus‘un da dahil edilmesi gereken
Mesonychid ailesinin
“garip karakterlerden oluşan bir kombinasyon gösterdiğini” belirtmektedir.
47 Bu tip “mozaik canlı”ların evrimsel ara form sayılamayacağını, Gould gibi önde gelen evrimciler de kabul etmektedir.

EVRİMCİLERİN HAYALİ BALİNANIN EVRİMİ ŞEMASI
Evrimcilerin bu hayali şemaya yerleştirdikleri canlıların fosilleri
incelendiğinde, aralarında büyük anatomik farklılıklar bulunduğu ve
birbirlerine bağlanan ara formlar olmadıkları açıkça görülmektedir.
|
Yaratılışı savunan yazar Ashby L. Camp, “The Overselling of Whale
Evolution” (Balina Evriminin Abartılı Propagandası) başlıklı
makalesinde,
Pakicetus gibi kara memelilerinin de dahil olduğu
Mesonychidler sınıfının,
Archaeoceteaların, yani soyu tükenmiş balinaların atası olduğu yönündeki iddianın çürüklüğünü şöyle açıklar:
Evrimcilerin Mesonychidlerin,
Archaeocetealara dönüştüğü konusunda kendilerinden emin davranmalarının
nedeni, gerçek soy bağlantısında yer alan bir tür tanımlayamamalarına
rağmen, bilinen Mesonychidler ve Archaeocetealar arasında bazı
benzerlikler olmasıdır. Ancak bu benzerlikler, özellikle de (iki grup
arasındaki) büyük farklılıklar ışığında, bir ata ilişkisi iddia etmek
için yeterli değildir. Bu gibi karşılaştırmaların oldukça subjektif olan
doğası, şimdiye kadar pek çok farklı memeli ve hatta sürüngen grubunun
balinaların atası olarak öne sürülmüş olmasından bellidir.48

resim 1:Ambulocetus çizimi
resim 2: Yanda hayali çizimi görülen Basilosaurus’un fosili, bilinen en büyük balinalardan biridir.
resim 3:Archaeocetea (arkaik, yani eski balina) kafatası
|
Hayali balina evrimi şemasında
Pakicetus‘tan sonra gelen ikinci fosil canlı,
Ambulocetus natans‘tır. İlk kez 1994 yılında
Science dergisinde
yayınlanan bir makaleyle duyurulan bu fosil de, evrimciler tarafından
zorlama yöntemiyle “balinalaştırılmak” istenen bir kara canlısıdır.
Gerçekte ne
Pakicetus‘un ne de
Ambulocetus‘un balinalarla bir akrabalıkları bulunduğuna dair hiçbir kanıt yoktur. Evrim şemasında
Pakicetus ve
Ambulocetus‘un ardından deniz memelilerine geçilmekte ve
Procetus,
Rodhocetusgibi
Archaeocetea (soyu
tükenmiş balina) türleri sıralanmaktadır. Söz konusu canlılar gerçekten
de suda yaşayan soyu tükenmiş memelilerdir. Ancak
Pakicetus ve
Ambulocetus ile
bu deniz memelileri arasında çok büyük anatomik farklılıklar vardır.
Canlıların fosilleri incelendiğinde, birbirlerine bağlanan “ara form”lar
olmadıkları açıkça görülür:
• Dört ayaklı bir kara memelisi olan
Ambulocetus‘ta omurga,
leğen (pelvis) kemiğinde bitmekte ve bu kemiğe bağlı güçlü bacak
kemikleri uzanmaktadır. Bu tipik bir kara memelisi anatomisidir.
Balinalarda ise omurga kuyruğa doğru kesintisiz devam eder ve leğen
kemiği bulunmaz. Nitekim
Ambulocetus‘tan 10 milyon yıl kadar sonra yaşadığı düşünülen
Basilosaurus aynen bu anatomiye sahiptir. Yani tipik bir balinadır. Tipik bir kara canlısı olan
Ambulocetusile tipik bir balina olan
Basilosaurus arasında ise hiçbir “ara form” yoktur.
•
Basilosaurus‘un ve kaşalotun
omurgalarının alt kısmında, omurgadan bağımsız küçük kemikler yer alır.
Evrimciler bunların “küçülmüş bacaklar” olduğu iddiasındadır. Oysa söz
konusu kemikler
Basilosaurus‘ta “çiftleşme konumunu almaya yardımcı olmakta”, kaşalotta ise “üreme organlarına destek olmakta”dır.
49 Zaten
oldukça önemli bir fonksiyon üstlenmiş olan iskelet parçalarını, bir
başka fonksiyonun “körelmiş organı” olarak tanımlamak, evrimci
önyargıdan başka bir şey değildir.
Sonuçta, deniz
memelilerinin, kara memelileri ile aralarında bir “ara form” olmadan,
özgün yapılarıyla ortaya çıktıkları gerçeği değişmemiştir. Ortada bir
evrim zinciri yoktur. Robert Carroll, bu gerçeği istemeden ve evrimci
bir dille de olsa, şöyle kabul eder:
“Doğrudan balinalara uzanan bir Mesonychid çizgisi tanımlamak mümkün değildir.”50Balinalar konusunda ünlü bir uzman olan Rus bilim adamı G. A. Mchedlidze de, bir evrimci olmasına karşın,
Pakicetus, Ambulocetus natans ve
benzeri dört ayaklı sözde “balina atası adayları”nın bu şekilde
tanımlanmasına katılmamakta ve onları tamamen izole bir grup olarak
tarif etmektedir.
51
Kısacası, deniz memelilerinin kara canlılarından evrimleştiği
yönündeki evrimci senaryo geçersizdir. Senaryonun geri kalan kısmı, yani
deniz memelilerinin kendi içlerindeki evrimi iddiası da yine
açmazdadır. Evrimciler, bilimsel sınıflandırmada
Archaeocetea (arkaik,
yani eski balinalar) olarak bilinen soyu tükenmiş özgün deniz
memelileri ile, yaşayan balina ve yunuslar arasında bir akrabalık
ilişkisi kurma çabasındadırlar. Oysa gerçekte konunun uzmanları farklı
düşünmektedirler. Evrimci paleontolog Barbara J. Stahl şöyle yazar:
Bu Archaeoceteaların kıvrak
formdaki vücutları ve kendilerine özgü testere dişleri, bunların
muhtemelen herhangi bir modern balinanın atası olamayacağını açıkça
ortaya koymaktadır.52
Deniz memelilerinin kökeni konusundaki evrimci senaryo, moleküler
biyolojinin bulguları açısından da çıkmaz içindedir. Klasik evrimci
senaryo, balinaların iki büyük grubunun, yani dişli balinaların
(Odontoceti) ve balenli balinaların
(Mysticeti) ortak
bir atadan evrimleştiğini varsayar. Ama Brüksel Üniversitesi’nden
Michel Milinkovitch yeni bir teoriyle bu görüşe karşı çıkmış, anatomik
benzerliğe göre kurulan söz konusu varsayımın moleküler bulgular
tarafından çürütüldüğünü şöyle vurgulamıştır:
Cetaceanların (balinaların)
büyük grupları arasındaki evrimsel ilişkiler, morfolojik ve moleküler
analizlerin çok farklı sonuçlara varması nedeniyle, daha da
problemlidir. Morfolojik ve davranışsal bulgu bütünlerine bakılarak
yapılan geleneksel yorumlama, ekolokasyona sahip dişli balinaların
(yaklaşık 67 tür) ve filtre sistemiyle beslenen balen balinaların (10
tür) iki ayrı monofilotik (kendi içinde tek kökenden gelen) grup
olduğunu varsayar… Öte yandan, DNA üzerinde yapılan filogenetik
(evrimsel akrabalık) analizleri… ve amino asit karşılaştırmaları… uzun
zamandır kabul edilen bu sınıflandırmayla çelişmektedir. Dişli
balinaların bir grubu, yani sperm balinaları, morfolojik yönden
kendilerinden oldukça uzak olan balen balinalarına diğer Odontocetlerden
(dişli balinalardan) daha yakın gözükmektedirler.53
Kısacası, deniz memelileri, dahil edilmek istendikleri hayali evrim şemalarının her birine adeta isyan etmektedirler.
Karadan denize dönüşün imkansızlığı
Nature dergisinin bilim yazarı Henry Gee şu önemli gerçeği ifade eder:
”Fosillerin arasını ayıran zaman aralıkları o kadar büyüktür ki, olası ata torun ilişkisi hakkında kesin bir şey söylenemez.”54
Deniz memelilerinin atası olduğu iddia edilen fosiller arasında ise
milyonlarca yıllık jenerasyon farkı vardır. Bir insanın büyük büyük
büyük annesinin kim olduğunu bulabilmesi elde yazılı kayıtlar
bulunmasına rağmen çok zordur ve kimi zaman tespit edilemez.
Dolayısıyla, ara form oldukları iddia edilen fosillerin birbirleri ile
ata-torun ilişkisi içinde oldukları, ancak bir varsayım olabilir.
İkinci olarak türler arasında sadece bazı benzerliklere bakarak,
aralarında ata-torun ilişkisi kurmaya çalışmak doğru değildir. Bugün
gördüğümüz farklı organizmalar arasındaki çarpıcı benzerlikler
Darwin’den önce de biliniyordu ve bu benzerlikler ortak bir yaratılışın
ürünü olarak kabul ediliyordu. Dolayısıyla bu benzerliklere bakarak bunu
evrimin bir delili olarak öne sürmek bilimsel bir çıkarım değildir.
Ayrıca evrimcilerin, ara geçiş formu olduğunu iddia ettikleri
canlıların, nasıl olup da suya çok iyi adapte olabilmiş bir canlıya
dönüştüğünü, bunun hangi mekanizmalarla gerçekleştiğini açıklamaları
gerekir.

resim: 2-4 Yarı su aygırı-yarı balina özellikleri taşıyan hayali ara geçiş formları…
resim:4 Gerçek Balina Bu tür ara geçiş formlarına fosil kayıtlarında rastlanmamaktadır
|
Sadece “ön ayaklar yüzgece dönüştü, arka ayaklar kayboldu, vücuttaki
tüyler yok oldu ve bildiğimiz balinanın silgimsi derisine dönüştü” demek
yeterli değildir. Ön ayakların yüzgece dönüşebildiklerine veya bir kara
canlısının sudaki yaşama en iyi şekilde adapte olabileceği şekilde
fizyolojik değişimler göstererek vücut şeklini tamamen
değiştirebileceğine dair günümüz canlılarından elimizde hiçbir delil
bulunmamaktadır.
Doğada evrimcilerin iddia ettikleri dönüşümü gerçekleştirebilecek hiçbir mekanizma bulunmamaktadır.
Bir kara canlısının denizde yaşayabilmek için ihtiyacı olan
adaptasyonlar dikkate alındığında, böyle bir geçiş için “imkansız”
kelimesinin bile yetersiz kaldığı görülür. Var olduğu iddia edilen
hayali evrim süreci içinde bu adaptasyonlardan herhangi bir tanesinin
bile eksikliği, canlının yaşamasına izin vermeyecektir.
Kuşların Gerçek Kökeni
Evrimcilerin kuşların sözde evrimi ile
ilgili farklı senaryoları vardır ve bunların hepsi delilsizdir. Bunların
en popüler olanına göre, kuşlar
Theropod dinozorları olarak
bilinen etobur bir dinozor türünden evrimleşmiştir. Evrimcilerin
bilimsel delillerle destekleyemedikleri bu iddia için Smithsonian
Enstitüsü Doğa Tarihi Müzesi’nden kuş bilimci evrimci Storrs Olson
”çağımızın en büyük aldatmacalarından biri” ifadesini kullanmaktadır.
55
Olson, kuşların dinozorlardan evrimleştiğini öne sürenleri
eleştirmekte, ancak kendisi de kuşların kökenine dair başka bir evrimsel
açıklama getirememektedir.
Bir kara canlısının, uçma yeteneği kazanabilmesi için birçok anatomik
ve fizyolojik değişiklik geçirmesi gerekir. Evrim teorisi ise ne bu
değişimlerin nasıl gerçekleştiğini açıklayabilmekte ne de böyle bir
değişim yaşandığına dair fosil kayıtlarından delil sunabilmektedir. Bu
nedenledir ki, “kuşlar dinozordur” teorisi, evrim teorisini savunan bazı
biyolog ve paleontologlar tarafından da kabul edilmemektedir. Örneğin
dünyanın en önde gelen ornitologlarından (kuşbilimcilerinden) Alan
Feduccia (Kuzey Carolina Üniversitesi) ve Larry Martin (Kansas
Üniversitesi), kuşların bilinen herhangi bir dinozor grubundan
evrimleşmiş olamayacağı görüşündedirler. Özellikle Feduccia, evrime
inanmasına karşın, dinozorlar ve kuşlar arasındaki farklılıkları
vurgulamakta, bu farklılıkların çok büyük olduğunu ve dolayısıyla
kuşların kendilerinden önceki dinozorlardan evrimleşmiş olamayacağını
kanıtlarıyla göstermektedir.

resim1: Evrimcilerin kuşların kökeni hakkındaki en popüler iddialarına
göre, kuşlar yanda çizimi görülen Theropod dinozorlarından
evrimleşmiştir. Bu, delilsiz bir senaryodur.
resim2: Bir Theropod türü olan Herrerasaur’un iskeleti.
|
Kuşlarla sürüngenler arasındaki bazı farklılıkları hatırlatmak, evrim
teorisinin neden kuşların evrimi konusunda büyük bir çıkmaz içinde
olduğunu göstermek açısından faydalı olacaktır:
1) Kuşların akciğerleri,
sürüngenlerden ve tüm diğer kara omurgalılarından tamamen farklı bir
yapıdadır. Kuşlarda, kara omurgalılarının aksine, hava akciğer içinde
tek yönde hareket eder ve böylece kuş daima oksijen alıp karbondioksit
verebilir. Kuşlara özgü bu yapının standart kara omurgalı akciğerinden
evrimleşmiş olması imkansızdır, çünkü ara yapıya sahip bir canlının
nefes alması mümkün değildir.
56
2) Alan Feduccia ve Julie
Nowicki tarafından 2002 yılında, kuşlar ve sürüngenlerin embriyoları
arasında yapılan karşılaştırmalar, iki canlı grubunun ayak yapılarının
çok büyük farklılık gösterdiğini ve aralarında evrimsel bir ilişki
kurulmasının imkansız olduğunu kanıtlamıştır.
57
3) İki canlı grubunun
kafatası arasındaki en son karşılaştırmalar da aynı sonucu vermektedir.
Andre Elzanowski 1999 yılında yaptığı bir inceleme sonucunda “
Theropod dinozorlarının çene ve damaklarında kuşlarınki ile benzer özellikler olmadığı” sonucuna varmıştır.
58
4) Dişler, kuşlar ile sürüngenleri birbirinden
ayıran farklardan biridir. Geçmişte yaşamış bazı kuşların gagalarında
dişler olduğu bilinmektedir. Uzun zaman evrime bir kanıt gibi gösterilen
bu durumun hiç de öyle olmadığı, çünkü kuş dişlerinin çok özgün olduğu
ise zamanla anlaşılmıştır. Feduccia bu konuda şöyle yazar:
Belki de Theropodlarla kuşlar arasındaki en
önemli farklılık dişin yapısı ve yerleştiriliş şekli ile ilgilidir.
Özellikle memeli paleontolojisinin temelini en çok diş morfolojisinin
oluşturduğu kabul edilirse, kuş ve Theropod dişleri arasındaki büyük
farklılıklara neden daha fazla ilgi gösterilmediği şaşırtıcıdır.
Özetle,
kuş dişi (Archæopteryx, Hesperornis, Parahesperornis, Ichthyornis, Cathayornis ve tüm dişli Mezozoik kuşlarda görüldüğü gibi)
birbirine oldukça benzerdir ve Theropod dişlerinden çok farklıdır… Dişin
biçimi, çıkış ve yenilenme şekli dahil olmak üzere kuşlarla Theropod
dişleri temelde hiçbir yönden ortak bir özelliğe sahip değillerdir.
59

resim 1: Tam bir kuş
resim 2-4:Yarı dinozor-yarı kuş özellikleri taşıyan bu gibi hayali ara formlar hiçbir zaman var olmadı.
resim 5: Tam bir dinazor çizimi
Evrimcilerin, kuşların dinozorlardan evrimleştiklerini
ispatlayabilmeleri için, bu resimlerde görülen sözde ara geçiş
formlarının fosillerini bulmuş olmaları gerekirdi. ancak, fosil
kayıtlarında dinozorlara ve kuşlara ait birçok fosil bulunmasına rağmen,
hayali dino-kuşlardan eser yoktur.
|
5) Kuşlar sıcakkanlı,
sürüngenler ise soğukkanlı canlılardır. Bu, son derece farklı iki ayrı
metabolizma demektir ve aradaki dönüşümün rastlantısal mutasyonlarla
halledilmesi mümkün değildir. (Dinozorların sıcakkanlı oldukları
yönündeki tez ise, bu zorluğu giderebilmek için ortaya atılmıştır. Ancak
herhangi bir kanıta dayanmayan bu tezin geçersizliğini gösteren pek çok
delil vardır.
60)
6) Sürüngenlerin pulları, kuşların ise tüyleri vardır. Bu tamamen farklı iki yapının birbirine evrimleşmesi ise imkansızdır.
7) Sürüngenlerin ağır, kalın ve içi dolu kemikleri
vardır. Kuşların kemikleri ise daha incedir ve içleri boştur. Bu şekilde
daha hafif olan kemikler kuşların daha rahat uçmalarını sağlamaktadır.
Bunlar kuşlarla sürüngenler arasındaki farklılıklardan sadece
birkaçıdır. Bir sürüngenin kuş özellikleri kazanabilmesi için sayısız
mutasyona uğraması gerekecektir. Örneğin sürüngenin sadece ön
ayaklarının kanatlara dönüşebilmesi için sürüngen çok fazla aşamalı
değişime uğramalıdır. Ayağının genetik bilgisine isabet eden her
mutasyon ayakta küçük bazı değişiklikler yapmalı, her seferinde ayak
biraz daha fazla kanat özelliği kazanmalıdır. Örneğin ayaklarında aşama
aşama tüyler oluşmaya başlamalıdır. Tüyler de yine aşama aşama oluşmalı,
örneğin önce tüyün sapı, sonraki kuşaklarda ise diğer özellikleri
belirmelidir. Ayak parmakları her kuşakta biraz daha kaybolmalı, ayak
giderek daha çok kanada benzemelidir. Bu çok yavaş, aşamalı değişimler
ise fosil kayıtlarında gözlemlenmelidir. Aynı durum canlının
akciğerleri, pullarının tüylere dönüşümü, dişlerin yapısındaki
değişimler ve diğer özellikleri için de geçerlidir. Konumuz ara geçiş
formları olduğu için, mutasyonların bu kadar kapsamlı ve aşamalı
değişimleri gerçekleştirme özelliklerine sahip olmadığı konusuna
değinilmemektedir. Ancak kısaca belirtmek gerekirse, mutasyonlar
canlılara daima zarar verirler. Ayrıca rastgele meydana geldikleri için,
bir organı aşama aşama, her seferinde isabet kaydederek, başka bir
organa dönüştürebilecek plan ve organizasyon yeteneğine ve bilince
elbette sahip değildirler.
(Ayrıntılı bilgi için bkz. Harun Yahya, Hayatın Gerçek Kökeni, 2. baskı, Araştırma Yayıncılık, İstanbul, Mart 2003)
Öyle ise, sürüngenlerle kuşlar arasında eğer gerçekten bir evrim
olsaydı, elimizde bunu gösteren milyonlarca ara form fosili olmalıydı.
Ancak, bugüne kadar tek bir yarı sürüngen- yarı kuş fosili dahi
bulunamamıştır. Bulunan fosiller ya soyu tükenmiş kuşlara ya da
sürüngenlere aittir. Medyada sık sık karşılaştığımız dino-kuş hikayeleri
ise, detaylarıyla inceleneceği gibi bir göz boyamadan ibarettir.
Bunların hiçbiri kuşların sözde evrimindeki kayıp halka olma özelliğine
sahip değildir.
Uçan Sürüngenleri Kuşların Atası Sanma Yanılgısı
Evrim teorisi hakkında tek yanlı ve kulaktan dolma bilgilere sahip
olan ve bu bilgisizlik nedeniyle de teoriyi inandırıcı bulan bazı
insanlar, uçan sürüngenlerin kuşların atası olduğunu zannederler. Ancak
uçan sürüngenler ile kuşlar arasında hiçbir ilişki yoktur ve nitekim
hiçbir evrimci otorite kuşların bu canlılardan evrimleştiğini öne
sürmemektedir.
Uçan sürüngenler ya da bir diğer ifadeyle uçan dinozorlar, bilim adamları tarafından
Pterosaur olarak
adlandırılan soyu tükenmiş bir canlı grubudur. Bunların kökeni, evrim
teorisi açısından büyük bir çıkmazdır, çünkü fosil kayıtlarında
kendilerine özgü yapılarıyla birlikte aniden ortaya çıkmaktadırlar.
Omurgalı paleontolojisi alanında dünyanın en önde gelen birkaç isminden
biri olan Carroll, bir evrimci olmasına karşın bu konuda
“Triasik
devirde ortaya çıkan tüm uçan sürüngenler (Pterosaurlar) uçuş için çok
özelleşmiş yapıya sahiptir… Atalarının ne olduğu konusunda ve
uçuşlarının kökeninin ilk aşamaları hakkında ise hiçbir bulgu yoktur” itirafında bulunur.
61
Uçan sürüngenlerin kanat yapıları ise çok ilginçtir: Uçan
sürüngenlerin kanatları üzerinde diğer sürüngenlerin ön ayaklarında
olduğu gibi beş tane parmakları vardır. Ancak dördüncü parmak, diğer
parmaklardan ortalama yirmi kat daha uzundur ve kanat da bu parmağın
altında uzanır. Eğer uçan sürüngenler kara sürüngenlerinden evrimleşmiş
olsalardı, söz konusu dördüncü parmağın da yavaş yavaş, kademe kademe
uzamış olması gerekirdi. Ama buna dair hiçbir fosil kanıtı olmadığı
gibi, böyle bir uzamanın doğal seleksiyon-mutasyon mekanizmaları ile
açıklanması da mümkün değildir; çünkü ara geçiş aşamaları canlının
ellerini fonksiyonsuz hale getireceği ama uçmasını da sağlamayacağı için
avantajsız olacaktır.

Pterosaur olarak adlandırılan uçan sürüngenler, kuşlarla çok farklı kanat ve iskelet yapılarına sahiptirler.
|
Kanat yapıları tamamen farklı olan kuşlar ile uçan sürüngenler
arasında evrimsel bir akrabalık hayal etmek ise büyük bir hatadır. Bir
insan, sineklerin veya bir memeli türü olan yarasaların da kanatlı
olmalarından yola çıkarak, bu canlı grupları ve kuşlar arasında evrimsel
bir ilişki öne sürdüğünde ne kadar büyük bir bilgisizlik sergilerse,
uçan sürüngenler ile kuşları ilişkilendirmeye çalışmak da o denli büyük
bir gaftır.
Tüylü Dinozor Masalları

Alan Feduccia
|
Kuş tüylerine sahip dinozorlar, veya diğer bir isimle “dino-kuşlar”,
geçtiğimiz 10 yıl içinde Darwinist medyanın en gözde propaganda
malzemelerinden biri oldu. Birbiri ardına manşetlere “dino-kuş”
haberleri taşındı, çizilen rekonstrüksiyonlar ve “uzman”ların yaptığı
kendinden emin açıklamalar, geçmişte yarı kuş-yarı dinozor canlıların
yaşadığı konusunda insanları ikna etmek için kullanıldı. Oysa geçmişte
yarı kuş-yarı dinozor canlıların yaşadığına dair hiçbir delil
bulunmamaktadır.
Bu konuda görüşlerine başvurulması gereken önemli bir isim, Kuzey
Carolina Üniversitesi Biyoloji Bölümünden Alan Feduccia’dır. Dr.
Feduccia, kuşların kökeni konusunda dünyanın en önde gelen
otoritelerinden biridir. Ornitoloji (kuşbilimi) alanında en önemli 5
isim sayılması gerekse, birinin Dr. Feduccia olacağına kuşku yoktur. Dr.
Feduccia evrim teorisini de kabul etmekte ve kuşların evrimle ortaya
çıktıklarına inanmaktadır. Ancak onu “dino-kuş” taraftarlarından ve
diğer bazı gözü kapalı evrimcilerden ayıran yön, evrim teorisinin bu
konuda içinde bulunduğu belirsizliği kabul etmesi ve kasıtlı olarak
sürdürülen, gerçekte ise hiçbir dayanağı olmayan “dino-kuş” furyasına
itibar etmemesidir.
Alan Feduccia’nın The American Ornithologists’ Union (Amerikan
Ornitologlar Birliği) tarafından yayınlanan ve ornitolojinin en teknik
tartışmalarına zemin olan
The Auk dergisinin son sayısında kaleme aldığı, Ekim 2002 tarihli
“Birds are Dinosaurs: Simple Answer to a Complex Problem” (Kuşlar
Dinozordur: Karmaşık Bir Soruna Basit Bir Cevap) başlıklı yazıda çok
önemli bilgiler verilmektedir. Dr. Feduccia, John Ostrom tarafından
1970′lerde gündeme getirilen ve o zamandan bu yana da hararetle
savunulan kuşların dinozorlardan evrimleştiği teorisinin bilimsel
kanıtlardan yoksun olduğunu, böyle bir evrimin mümkün olmadığını
detaylarıyla anlatmaktadır.
Bu konuda Feduccia yalnız değildir. Pennsylvania Üniversitesi’nden anatomi profesörü evrimci Peter Dodson da, kuşların
Theropod dinozorlarından evrimleştikleri iddiasına şüphe ile baktığını açıklamaktadır.
62
Feduccia, Çin’de bulunduğu öne sürülen “dino-kuş”lar hakkında ise çok
önemli bir gerçeği açıklamaktadır: Tüylü dinozor olarak ileri sürülen
sürüngen fosillerinin üzerinde bulunan “tüyler”in ilkel bile olsa, kuş
tüyü olduğu net değildir. Aksine “dino-fuzz” denen bu fosil izlerinin
kuş tüyleri ile ilgisi bulunmadığını gösteren pek çok kanıt vardır.
Feduccia şöyle yazmaktadır:
İlkel kuş tüylerine sahip olduğu ileri
sürülen fosillerin çoğunu incelemiş kişiler olarak, ben ve diğer pek çok
uzman, bu yapıların ilkel kuş tüyleri (protofeathers) olduğuna dair
inandırıcı bir kanıt görmemekteyiz. Pek çok Çin fosili, “dino-fuzz”
olarak adlandırılagelen garip birer haleye sahiptir ama her ne kadar bu
materyal kuş tüyleri ile homolog (benzer) sayılsa da, bu yöndeki
argümanlar ikna edicilikten çok uzaktır.
63
Feduccia, bu tespitinin ardından, bazı paleontologların bu konuda ön yargılı davrandıklarını da şöyle belirtmektedir:
…(dino-kuş tezini savunan
paleontologlara göre) kuşlar dinozordur; dolayısıyla dromaeosaurlar
(Theropod dinozorlar) üzerinde korunmuş herhangi bir ipliksi yapı,
mutlaka ilkel kuş tüyü olmalıdır.64
Feduccia’ya göre bu ön yargıyı çürüten nedenlerden biri, kuşlarla
hiçbir ilgisi kurulamayacak fosillerde de söz konusu “dino-fuzz”
izlerine rastlanmasıdır:
En önemlisi, dino-fuzz şimdi
artık çok sayıda kategoride keşfedilmektedir. Bunların bazıları henüz
yayınlanmamıştır ama özellikle Çin’de bulunmuş bir Pterosaur’da (uçan
sürüngen) ve bir Therizinosaur’da (etobur bir dinozor grubu) bunlar
bulunmuştur. En şaşırtıcı durum ise, dino-fuzza çok benzeyen deri
fiberlerinin Jurasik devre ait bir Ichthyosaur’da da bulunmuş ve detaylı
olarak tarif edilmiş olmasıdır. (Ichthyosaurlar, soyu tükenmiş deniz
sürüngenleridir.) Söz konusu canlılardaki dallanmış fiberlerin bazıları,
morfoloji açısından, “ilkel kuş tüyleri” (protofeather) denen ve (Çinli
paleontolog) Xu tarafından tanımlanan yapılara çok benzerdir. Sözde
“ilkel kuş tüylerinin” Archosaurlarda (Mezozoik döneme ait
sürüngenlerde) böyle geniş bir dağılıma sahip olması, bunların kuş
tüyleri ile hiçbir ilgileri olmadığını tek başına gösteren bir
delildir. 65
Feduccia, geçmişte de fosillerin çevresinde bazı yapılar bulunduğunu,
ancak fosile ait sanılan bu yapıların sonradan inorganik maddeler
olduğunun belirlendiğini hatırlatmaktadır:
İnsanın aklına, Solnhofen
fosillerinde bulunan ve dendritler olarak bilinen çalı benzeri izler
gelmektedir. Bitkiye benzer şekillerine rağmen, bu yapıların aslında,
fosil yataklarında, çatlaklardan veya fosillerin kemiklerinden
oksitlenerek sızan manganez solüsyonunun etkisiyle oluşan inorganik
yapılar olduğu artık bilinmektedir.66
Kaldı ki “tüylü dinozorlar” yaşamış olsa
bile, bu dinozor-kuş evrimi iddiasına bir delil oluşturmaz. Çünkü söz
konusu dinozorlarda var olduğu öne sürülen “tüyler”, benzersiz bir
yaratılışa sahip olan kuş tüylerine hiçbir benzerlik göstermemektedir.
Kuş tüyleri son derece özgün ve kompleks bir yapıda yaratılmışlardır.
Ayrıca kuş tüylerinin biyokimyasal yapısı da çok farklıdır. Sözü edilen
canlılarda ise, kuş tüylerine benzer bir yapı kesinlikle
bulunmamaktadır. Connecticut Üniversitesi’nde fizyoloji ve nörobiyoloji
profesörü olan A. H. Brush’a göre
“kuş tüylerinin protein yapısı diğer omurgalıların hiçbirinde görülmeyen, tümüyle özgün” bir yapıdır.
67
Ayrıca, kuş tüyleri son derece kompleks olduğu için, böyle bir
yapının evrimini gösteren birçok ara form bulunması gerekir. Ancak böyle
bir ara geçiş formu bulunmamaktadır. Bu gerçek
Nature dergisinde şöyle itiraf edilmektedir:
Tüyler kompleks yapılardır. Kuş
fosili kayıtlarında aniden belirişlerinin açıklanması zordur, çünkü
fosil kayıtlarında hiçbir ara geçiş yapısına rastlanmamıştır. 68
Dolayısıyla tüylü bir dinozor bulunsa dahi bu hiçbir zaman kuşların
dinozorlardan evrimleştiğine bir delil sayılmaz, çünkü kuş tüyleri
tamamen özgün yapılardır ve başka bir yapıdan evrimleştiklerini gösteren
hiçbir delil bulunmamaktadır.
Bu konuda dikkat çekici bir diğer nokta ise, “tüylü dinozor” olarak
gündeme getirilen fosillerin tümünün Çin’de bulunmuş olmasıdır. Acaba
neden dünyanın başka hiçbir yerinde değil de Çin’de ortaya çıkmaktadır
bu fosiller? Hem de Çin’deki fosil yatakları, sadece “dino-fuzz” gibi
belirsiz bir yapıyı değil, aynı zamanda kuş tüylerini de son derece iyi
şekilde saklayabilecek bir yapıya sahipken? Feduccia da aynı garipliğe
dikkat çekmektedir:
Aynı zamanda, neden vücudun dış
yüzeyinin saklanabildiği başka yataklarda bulunan başka Theropodların ve
diğer dinozorların hiçbir “dino-fuzz”a sahip olmadıkları, aksine
herhangi bir kuş tüyü benzeri yapıdan tamamen yoksun gerçek sürüngen
derisine sahip oldukları da açıklanmalıdır. Ve neden dino-fuzza sahip
Çinli Dromaeosaur fosilleri, normalde bekleneceği şekilde kuş tüyü sapı
sergilememektedirler -eğer bunlar gerçekten var olsa- kolaylıkla
korunmuş olabilecekken?69
Peki Çin’de bulunan tüm bu sözde “tüylü dinozorlar” nedir?
Sürüngenler ile kuşlar arasında ara geçiş formları gibi gösterilen bu
canlıların gerçek kimliği nedir?
Feduccia, “tüylü dinozor” olarak gösterilen canlıların bir kısmının
“dino-fuzz” sahibi soyu tükenmiş sürüngenler, bazılarının da gerçek
kuşlar olduğunu açıklamaktadır:
Açıktır ki, aslında, Çin’in
Yixian ve Jiufotang bölgelerindeki Kretase devrine ait göl yataklarında
iki farklı fosil olgusu vardır; birisi “dino-fuzz” kalıntıları
sergileyen -ki bunun iyi bir örneği sözde “tüylü dinozor”ların ilk
bulunan örneği olan Sinosauropteryx’tir -gruptur. Diğeri ise gerçekten
kuş tüylerine sahip olanlardır-Nature dergisinin kapağında gösterilen ve
tüylü dinozorlar olarak sunulan ancak sonradan önemsiz, uçucu olmayan
kuşlar olduğu anlaşılan fosiller gibi.70
Yani tüm dünyaya “tüylü dinozor” veya “dino-kuş” olarak gösterilen
fosiller, ya tavuklar gibi uçamayan bazı kuşlara ya da “dino-fuzz” denen
ancak kuş tüyleri ile ilgisi bulunmayan organik bir yapıya sahip olan
sürüngenlere aittir. Ortada
kuşlar ve sürüngenler arasında “ara form” oluşturacak tek bir fosil bile yoktur.
Yaş Sorunu ve “Kladistik” Yanılgısı
“Dino-kuş” furyasını körükleyen tüm evrimci kaynaklarda ısrarla
gözardı edilen, hatta gizlenen çok önemli bir gerçek vardır: Yanıltıcı
bir biçimde “dino-kuş” ya da “tüylü dinozor” dedikleri fosillerin
yaşları, 130 milyon yıl öncesinden geriye gitmemektedir. Oysa “yarı kuş”
olarak göstermek istedikleri bu canlılardan en az 20 milyon yıl daha
yaşlı olan, gerçek bir kuş zaten vardır:
Archæopteryx. Bilinen en eski kuş olma özelliği taşıyan
Archæopteryx,
kusursuz uçuş kaslarına, uçuş tüylerine ve gerçek bir kuş iskeletine
sahip gerçek bir kuştur. 150 milyon yıl önce dünya göklerinde başarılı
bir biçimde süzülmüştür. Durum bu iken,
Archæopteryx‘ten çok
daha sonraki tarihlerde yaşamış canlıların kuşların ilkel ataları olarak
gösterilmesi tek kelimeyle saçmadır. Ancak evrimciler böyle bir
saçmalığı savunmak için bir de “yöntem” bulmuşlardır.
Bu yöntemin ismi “kladistik”tir. Bu terim, son 20-30 yıldır
paleontoloji dünyasında sıkça kullanılan yeni bir fosil yorumlama
yöntemidir. Kladistik yöntemini savunanlar, bulunan fosillerin
yaşlarının tamamen gözardı edilmesini, sadece eldeki fosillerin
karakteristik özelliklerinin birbiri ile karşılaştırılmasını ve bu
karşılaştırma sonucunda ortaya çıkan benzerliklere göre evrimsel soy
ağaçları kurulmasını savunurlar.

Evrimciler, sözde evrimsel akrabalık ilişkisi kurmak adına çarpıtmalara
başvururlar. Örneğin yaşı Archæopteryx’ten çok daha genç olan
Velociraptor’u Archæopteryx’in atası kabul etmektedirler.
resim1: Archæopteryx çizimi
resim2:Velociraptor fosili
resim 3::Velociraptor çizimi
|
Bu görüşü savunan, evrimci bir internet sitesinde, fosil yaşı
Archæopteryx‘ten çok daha genç olan
Velociraptor’un
Archæopteryx‘in atası sayılmasının neden “mantıklı” (!) olduğu şöyle açıklanmaktadır:
Şimdi şunu sorabiliriz: Velociraptor nasıl olur da Archæopteryx’in atası olabilir, ondan sonra gelmiş olmasına rağmen?
Çünkü fosil kayıtlarındaki boşluklardan
dolayı, fosiller her zaman “tam vaktinde” ortaya çıkmazlar. Örneğin Geç
Kretase devrine ait, Madagaskar’da bulunmuş Rahonavis adlı yeni bir
fosil, kuşlarla Velociraptor gibi bir sürüngen arasında geçiş formu gibi
durmaktadır, ama 60 milyon yıl geçtir. Ama hiç kimse bunun geç ortaya
çıkışının kayıp halka olmasına engel teşkil ettiğini söylememektedir,
çünkü çok uzun bir süre yaşamış olabilir. Bu gibi örnekler “hayalet
bağlantılar” olarak adlandırılır;
bu hayvanların daha önce de var olduklarını varsayıyoruz, onların muhtemel atalarına sahip olduğumuz ve muhtemel torunlarına da sahip olduğumuz zaman.
71
Kladistiğin iyi bir özeti olan bu açıklama, bu yöntemin ne kadar
büyük bir çarpıtma olduğunu da göstermektedir. Evrimciler, açıkça, fosil
kayıtlarının sonuçlarını, kendi teorilerinin gereklerine göre
çarpıtmaktadırlar. 70 milyon yıllık bir fosilin sahibi olan bir türün,
aslında 170 milyon yıl önce de yaşadığını varsaymanın ve buna göre bir
evrimsel akrabalık ilişkisi kurmanın, çarpıtmaktan başka bir anlamı
yoktur.
Pennsylvania Üniversitesi’nden anatomi profesörü Peter Dodson da,
sözde dino-kuşların, ilk kuşlardan sonra bulunmasının bir sorun olduğunu
ve kladistik metodu ile getirilen çözümün “zoraki” bir çözüm olduğunu
belirtmektedir:
Ben şahsen, kuş benzeri
Maniraptoran Theropodların kuşların kökeninden 25-75 milyon yıl sonra
bulunmasını sorun olarak görmeye devam ediyorum… Hayalet atalar,
açıkçası zoraki bir çözümdür, kladistik metodu tarafından zorunlu
kılınan uygun olmayan bir çözüm. Tabi, Geç Kretase Maniraptoranların
kuşların gerçek ataları olmadığı, sadece kardeş sınıf olduğu itiraf
ediliyor. Jurasik dönemde yüksek derecede türemiş, hızla evrimleşen
maniraptoranların kuşlara evrimleştiğine ve sonra bu yüksek derecede
ilerlemiş soyun evrimsel bir durağanlığa girdiğine ve milyonlarca yıl
boyunca hiç değişmeden kaldığına inanmamız mı bekleniyor?72
Kladistik, evrim teorisinin fosil kayıtları karşısındaki yenilgisinin
gizli bir itirafı ve yeni bir boyutudur aslında. Özetlemek gerekirse;
1) Darwin, fosil kayıtları detaylı olarak
incelendiğinde, bildiğimiz türlerin hepsinin arasını dolduracak “ara
formların” bulunacağını öne sürmüştür. Teorinin beklentisi budur.
2) Ancak 150 yıllık paleontoloji çabası, ara
formları ortaya koymamış, bu canlıların izine rastlanamamıştır. Bu,
teori adına büyük bir yenilgidir.
3) Ara formlar bulunamadığı gibi, sadece
benzerliklerinden dolayı birbirlerinin atası olarak ilan edilebilecek
olan canlıların da yaşları çelişkilidir. Daha “ilkel” gibi görünen bir
canlı, daha “olgun” gibi görünen bir canlıdan daha geç ortaya
çıkmaktadır.
İşte bu son nokta, evrimcileri kladistik denen tutarsız yöntemi geliştirmeye zorlamıştır.
Kladistikle birlikte, Darwinizm,
“bilimsel bulgulara dayanan, bunlardan yola çıkan” bir teori olmadığını, aksine
“bilimsel bulguları çarpıtan, bu bulguları kendi varsayımlarına göre değiştiren” bir dogma olduğunu açıkça göstermektedir.
Kuş Tüylerinin Kökeni
Tüyler, sadece kuşlara özgü bir özelliktir. Evrimciler, son derece
kompleks yapısı olan tüylerin sürüngen pullarından evrimleştiğini öne
sürmektedirler. Ancak, fosil kayıtlarında -kuşların diğer özellikleri
gibi- tüylerin aşama aşama evrimleştiklerini gösteren hiçbir ara form
bulunmamaktadır. Fosil kayıtlarında sürüngen pulları, kuş tüyleri, deri
veya memeli tüyleri vardır, ancak kuş tüylerine aşamalı bir geçiş
olduğunu gösteren, kısmen pul kısmen tüy yapılara hiçbir canlıda
rastlanmamıştır.
Bazı evrimciler, kuşların içi boş kemikleri olduğu için iyi fosil
bırakmadıklarını öne sürerler. Oysa bu kesinlikle doğru değildir.
Özellikle belirli koşullarda, örneğin göl çevrelerinde, iç bölgelerdeki
su ortamlarında ve deniz bölgelerinde, kuşlar ve tüyleri çok iyi fosil
bırakmaktadırlar. Sonuç olarak kuş fosillerine çok sık rastlanmaktadır.
Fosil kayıtlarında,
yarı tüy-yarı pul veya yarı deri-yarı tüy yapılar bulunmadığı gibi,
günümüzdeki tüylerden daha az tüy olan hiçbir yapıya rastlanmamıştır.
73 Eski kuşlar üzerinde uzman olan Kansas Üniversitesi’nden Larry Martin ve Blanding Dinozor Müzesi Müdürü S. A. Czerkas,
American Zoology dergisindeki bir makalelerinde
“bilinen en eski tüyler… şekil ve mikroskobik detay açısından zaten moderndirler.” demektedirler.
74
Örneğin
Archaeopteryx, bilinen en
eski kuştur ve günümüz kuşlarından farklı, özgün bir yapısı olmasına
rağmen, mükemmel, tamamen günümüzdeki kuş tüyleri ile benzer tüylere
sahiptir.
75
Archaeopteryx‘in
mükemmel şekilde korunmuş ve 150 milyon yıl tarih belirlenen tüylerinin
analizi sonucunda, her detayının günümüz kuş tüyleri ile aynı olduğu
sonucuna varılmıştır.
76 Daha 1910 yılında, ünlü kuş bilimci ve doğa tarihi yazarı W. P. Pycraft,
Archaeopteryx tüyünün günümüzde bilinen tam gelişmiş kuş tüylerinden hiçbir yönden farklı olmadığını belirtmişti.
77 Ve
o tarihten günümüze kadar elde edilen zengin fosil kaynağı bu gerçeği
değiştirmemiştir. Bunların yanında, günümüzde dinozorların derileri ile
ilgili birçok bulgu bulunmaktadır. Bunların değerlendirilmesiyle varılan
sonuca göre, dinozor derileri
“tüy taşıyan derilere öncül olma özelliği taşımamaktadır.”78

Fosil kayıtlarında,kuş tüylerine ait birçok fosil bulunmaktadır.
|
Evrimcilerin kuş tüylerinin nasıl evrimleştiği hakkındaki iddiaları, “birbiriyle çelişen teoriler”
79 üretmiştir.
Evrimle ilgili eski ders kitaplarında, hayali kuş tüyü ara formlarından
söz edilmekte ve bunların yakında fosil kayıtlarında bulunacağı öne
sürülmektedir. Ancak bugüne kadar bu umulan ara geçiş formlarının
hiçbiri bulunamamıştır. Yine de birçok evrimci kuş tüylerinin sürüngen
pullarından evrimleştiğini iddia etmeye devam edebilmektedir. Bu
iddialarına göre sürüngen pulları aşama aşama uzamış, saçaklanmış ve
zaman içinde kuşun uçmasını daha kolaylaştıracak şekilde kuşu taşımaya
elverişli hale gelmiştir.
80 Ancak bunlar hiçbir bilimsel kanıta dayanmayan, tamamen hayalgücüne dayalı spekülasyonlardır.
Gerçekte, kuş tüyleri ile sürüngen pulları
arasında çok büyük morfolojik farklılıklar olduğu için, aralarında çok
fazla sayıda ara geçiş formu olmalıdır. Ancak fosil kayıtlarında böyle
bir yapıya ait fosiller bulunmamaktadır.
81
Amber içindeki kuş tüyleri
En eski kuş
tüylerinden biri, Kretase dönemine (144-65 milyon yıl öncesi, Mezozoik
dönemin sonu) ait amber içinde bulundu. Tüy sapı ve ince tüyleri tam
olarak korunmuştu ve hatta bu tüyün hangi tür kuşa ait olduğu dahi
anlaşılıyordu. Yaşı 165 milyon yıl öncesine kadar uzanan kuş tüyleri
bulunmuş olmasına rağmen, fosil kayıtlarında kuş tüylerinin sözde
evrimine dair bir delil bulunmamaktadır. Columbia Üniversitesi
biyoloğunun ifadesiyle
“sürüngen pulları ile en ilkel kuş tüyü arasındaki tüm ara geçiş fosillerinin hiçbirine sahip değiliz.” 82 Fosil
kayıtlarında çok sayıda kuş fosili bulunmaktadır ve hepsinin mükemmel
tüyleri vardır. Bu nedenle kuş tüylerinin kökeni Darwinistler için bir
bilinmezdir.
83
 
sol resim: 90-95 milyon yıllık amber içinde kuş tüyü, altta solda, 120
milyon yıllık tüylü kuş fosili, sağında, 120 milyon yıllık kuş tüyü
fosili sağ resim1: Fosil kayıtlartında bir çok örneği olan sürüngen
pulları sağ resim 2-4: Yarı pul-yarı tüy özelliği taşıyan bu hayali ara
formlar yoktur. sağ resim5: Fosil kayıtlarında birçok örneği olan kuş
tüyü
|
İnsanın Gerçek Kökeni
İnsanın kökeni, evrimciler için en çok sorun teşkil eden konulardan
biridir. İskelet yapısı, iki ayaklı oluşu, ellerini kullanışı, beyni,
kafatası ve daha birçok fizyolojik ve anatomik özelliğinin yanısıra,
aklı ve bilinciyle insan, diğer canlılardan çok farklıdır. İnsanların
maymunlarla hayali ortak bir atadan evrimleştiğini iddia eden
evrimcilerin, bunun için gereken büyük değişimlerin tesadüfi
mutasyonlarla nasıl gerçekleştiğini açıklamaları ve her özelliğin aşama
aşama gelişimini fosil kayıtlarında göstermeleri gerekmektedir. Ancak,
evrimciler insanın sözde evrimini kanıtlayabilecekleri tek bir fosile
dahi sahip değildirler. Biyolog ve matematikçi Marcel-Paul
Schutzenberger, evrim teorisinin insanın kökenini açıklama konusundaki
sorunlarından bazılarını şöyle özetler:
 |
Hem kademeli hem de sıçramalı evrimi
savunanlar, insanları diğer primatlardan ayıran biyolojik sistemlerin
güya aynı anda ortaya çıkışına inandırıcı bir açıklama getirmekten
yoksunlar. Bu biyolojik sistemler arasında; iki ayaklılık, bunun doğal
sonucu olarak leğen kemiğinin değişmesi ve şüphesiz beyincik, daha
yetenekli bir el, dokunma duyusunun daha fazla olduğu parmak uçları; ses
için gerekli olan gırtlakta değişiklik; sinir sisteminde, özellikle de
konuşmanın tanınmasını sağlayan şakak loblarında değişiklik sayılabilir.
Embriyogenetik açısından, bu anatomik sistemler birbirlerinden tamamen
farklıdırlar. Her değişiklik bir yetenektir… Bu yeteneklerin aynı anda
ortaya çıkmış olma zorunluluğu çok şaşırtıcıdır. Bazı biyologlar bunun
genomun bir yeteneği olduğunu öne sürüyorlar. Herhangi biri bu yeteneğin
gerçekten varolduğunu varsayarak onu tekrar bulabilir mi? İlk balıkta
bu yetenek var mıydı? Gerçek şu ki biz
kavramsal bir iflasla karşı karşıyayız.
84
Evrimciler, insanın sözde evrimi konusundaki çaresizliklerini
gizlemek, bir yandan da kendilerini avutabilmek için, geçmişte yaşamış
ve soyu tükenmiş bazı maymun türlerinin ve insan ırklarının fosillerini,
hayali bir sıralama içinde dizerler. Bu fosillerin hiçbiri, maymunsu
canlılardan insana doğru bir evrim sürecini göstermemektedir. Bu
fosillerin hayali maketleri, çizimleri ve evrimcilerin taraflı
yorumlarıyla insanın evrimi teorisine sözde bilimsel bir görünüm ve
geçerlilik kazandırılmaya çalışılır.
Nature dergisinin editörü Henry Gee, 12 Temmuz 2001 tarihli
Nature‘da
yayınlanan makalesinde, evrimciler tarafından insanın ataları olduğu
iddia edilen hominid (insansı) fosillerinin, ilkelden gelişmişe doğru
bir sırayı takip etmediğini, aksine kayıtlarda bu fosillerin bir anda
ortaya çıktığını belirtmektedir. Makalede, evrim teorisinin 150 yıldır
umulan kanıtı olan “ara formların” var olmadığı, farklı türlerin hep
aniden ortaya çıktığı şöyle bir benzetmeyle açıklanmaktadır:
Hominid fosillerinin keşfi,
yolcu otobüslerine benziyor. Bir süre için hiçbiri yokken, aynı anda 3
tanesi birden ortaya çıkıveriyor.85

Nature, 12 Temmuz 2001
|
Gee,
In Search of Deep Time (Zamanın
Başlangıcını Ararken)adlı kitabında ise, insanın sözde evrimi şemasının
(aşağıda), ata-torun ilişkileri hakkında hiçbir bilgi vermediğini,
“kayıp halka” olmadığını ve insana doğru aşama aşama bir gelişim
görülmediğini belirtmekte, şemadaki canlıların birbirlerinden farklı
yerlerden ortaya çıktıklarını belirtmektedir.
86
Gee,
“İnsanın evrimi ile igili fosil
kanıtları parça parça ve farklı yorumlara açık. Şempanzelerin evrimi ile
ilgili fosil kayıtları ise tamamen eksik.” diyerek, insanın sözde evrimi ile ilgili delillerin yokluğunu bir kez daha vurgulamaktadır.
87
Bu tür itiraflar konusunda Henry Gee yalnız değildir. George Washington Üniversitesi’nden profesör Bernard Wood da,
Nature dergisindeki
bir makalesinde, insanın evrimsel kökeni ile ilgili taksonomik ve
filogenetik ilişkilerin karanlıkta kaldığını belirtmekte ve şöyle
demektedir:
Bizim kendi cinsimizin (genus),
yani Homo’nun bilinen en eski temsilcilerinin taksonomisinin
(sınıflandırmasının) ve filogenetik (evrimsel akrabalık) ilişkilerinin
karanlıkta olması dikkat çekici bir durumdur. Mutlak tarihlendirme
tekniklerindeki gelişmeler ve fosillerin yeniden yorumlanması, basit,
çizgisel bir insan evrimi modelini savunulamaz hale getirmiştir ki, bu
modelde Homo habilis Australopithecuslardan sonra gelir ve sonra da Homo
erectus aracılığıyla Homo sapiens’e evrimleşir. Ama, (bu modele
karşılık) herhangi bir alternatif ortak görüş de ortaya çıkmış değildir.88
Harvard Üniversitesi’nden zooloji ve biyoloji profesörü Richard
Lewontin de, insanın sözde evriminin fosil kayıtlarında hiçbir delili
olmadığını şöyle itiraf eder:
Homo sapiens’in kökeninden
önceki uzak geçmişi göz önünde bulundurduğumuzda, tamamlanmamış ve
birbiriyle bağlantısız bir fosil kaydıyla karşılaşırız. Bazı
paleontologlar tarafından öne sürülen heyecanlı ve iyimser iddialara
rağmen direkt atamız olarak belirlenebilecek hiçbir hominid türüne ait
fosil yoktur… Hominid olarak kabul edilen en eski fosiller ilkel taş
aletlerle ilişkilendirilen, Mary ve Louis Leakey tarafından Olduvai
Gorge’da ve Afrika’nın başka yerlerinde bulunan ünlü fosillerdir. Bu
fosil hominidler 1.5 milyon yıldan daha önceki dönemlerde yaşamışlardır
ve bizim beyinlerimizin yarısı kadar beyinlere sahiptirler. Bunlar
kesinlikle bizim türümüzün üyeleri değildiler ve bizim atalarımızın
soyundan mıydılar veya bizim atalarımıza benzeyen bir soydan mıydılar,
bunu bile bilmiyoruz.89

Evrimciler, 150 yıldır büyük bir gayretle, teorilerini kanıtlayabilmek
için hayali ara geçiş canlılarının fosillerini aramaktadırlar. Ancak 150
yıldır bu çabaları hiçbir sonuç vermemiştir.
|
Time dergisinin yazarlarından ve koyu bir evrimci olan
Michael D. Lemonick dahi insanın evrimi konusundaki çaresizliklerini
“How Man Began” (İnsan Nasıl Doğdu?) başlıklı makalesinde şöyle ifade
etmiştir.
Ancak, bir asırdan fazla süren kazılara
rağmen, fosil kayıtları çıldırtırcasına eksik kalmaya devam ediyor. Çok
az sayıdaki ipucu, hatta resme uymayan tek bir kemik bile herşeyi alt
üst edebilir. Neredeyse her büyük buluş geleneksel anlayışta derin
çatlaklar açmış ve bilim adamlarını ateşli tartışmalar ortasında yeni
teoriler üretmeye zorlamıştır.
90
İlginç olan ise, evrimcilerin bu gerçeklerin farkında olmalarına,
yani ellerinde evrimi kanıtlayan hiçbir delil olmadığını bilmelerine
rağmen, hala teoriyi savunabiliyor olmalarıdır. Bu evrimcilerin
teorileri konusunda ne denli bağnaz olduklarını, ayrıca bilime ve akla
aykırı hareket edebildiklerini gösteren delillerden biridir.
Evrimcilerin Hayali Ataları
Hiçbir delili olmayan insanın sözde evrimi iddiası, insanın soy ağacını
Australopithecus adlı bir maymun türüyle başlatır. İddiaya göre
Australopithecuszamanla ayağa kalkmış, beyni büyümüş ve çeşitli aşamalardan geçerek günümüz insanı
(Homo sapiens) haline
gelmiştir. Ancak fosil bulguları bu senaryoyu desteklememektedir. Her
türlü ara form iddiasına rağmen, insan ve maymunlara ait fosil
kalıntıları arasında aşılamaz bir sınır vardır. Dahası birbirinin atası
olarak gösterilen türlerin gerçekte aynı dönemde yaşamış çağdaş türler
oldukları ortaya çıkmıştır.
Australopithecus
Evrimciler, insanların sözde ilk maymunsu atalarına “güney maymunu” anlamına gelen
Australopithecus ismini verirler. Bu canlılar gerçekte soyu tükenmiş eski bir maymun türünden başka bir şey değildir.
Australopithecus cinsinin çeşitli türleri bulunsa da sadece
Australopithecus afarensis (1974
yılında bulunduğunda dünyaya insanın evriminin ispatı olarak sunulan
‘Lucy’nin temsil ettiği tür) insanın doğrudan atası kabul edilir. Ancak
Australopithecus fosilleri üzerinde yapılan detaylı analizler bunların soyu tükenmiş maymun türleri olduğunu ortaya koymuştur.

Önce insanın atası olarak sunuldu, sonra soyu tükenmiş bir maymun türü
olduğu anlaşıldı. Australopithevus aferensis cinsine ait AL 288-1 veya
bilinen adıyla Lucy
|
Australopithecinelerin ilk olarak Afrika’da 4 milyon yıl
kadar önce ortaya çıktıkları ve 1 milyon yıl öncesine kadar da
yaşadıkları sanılmaktadır.
Australopithecinelerin tümü, günümüz
maymunlarına benzeyen soyu tükenmiş maymunlardır. Hepsinin beyin
hacimleri, günümüz şempanzelerininkiyle aynı veya daha küçüktür.
Ellerinde ve ayaklarında günümüz maymunlarındaki gibi ağaçlara
tırmanmaya yarayan çıkıntılar mevcuttur ve ayakları dallara tutunmak
için kavrayıcı özelliklere sahiptir. Boyları kısadır (en fazla 130 cm.)
ve aynı günümüz maymunlarındaki gibi erkek
Australopithecine dişisinden
çok daha iridir. Kafataslarındaki yüzlerce ayrıntı, birbirine yakın
gözler, sivri azı dişleri, çene yapısı, uzun kollar, kısa bacaklar gibi
birçok özellik, bu canlıların günümüz maymunlarından farklı
olmadıklarını gösteren delillerdir.
Bu konudaki evrimci iddia ise,
Australopithecinelerin, tam bir maymun anatomisine sahip olmalarına rağmen, diğer tüm maymunların aksine, insanlar gibi dik yürüdükleri tezidir.
Oysa
Australopithecus cinsi üzerinde yapılan birçok
araştırmada bu türün insana benzer şekilde yürüyemediği ve iki ayaklı
olmadığı sonucuna varılmıştır:
1. Dünyaca ünlü anatomist Lord Zuckerman, kendisi de evrim teorisini benimsemesine rağmen,
Australopithecinelerin sadece sıradan bir maymun türü oldukları ve kesinlikle dik yürümedikleri sonucuna varmıştır.
91
2. Bu konudaki araştırmalarıyla ünlü diğer evrimci anatomist Charles E. Oxnard da
Australopithecus cinsinin iskelet yapısının günümüz orangutanlarınınkine benzediği sonucuna varmıştır.
92
3. 1994 yılında İngiltere’de Liverpool Üniversitesi’nden Fred Spoor ve ekibi,
Australopithecus‘un
iskeleti ile ilgili kesin bir sonuca varmak için kapsamlı bir araştırma
yaptı. İskeletlerde, vücudun yere göre konumunu belirleyen “salyangoz”
isimli bir organ üzerinde incelemeler yürütüldü. Spoor’un vardığı
sonuç,
Australopithecus‘un insanlarınkine benzer bir yürüyüş şekline sahip olmadığıydı.93
4. 2000 yılında B. G. Richmond ve D. S. Strait isimli bilim adamlarının gerçekleştirdiği ve
Nature dergisinde yayınlanan bir araştırmada
Australopithecinelerin
önkol kemikleri incelendi. Karşılaştırmalı anatomik incelemeler, bu
türün günümüzde yaşayan ve 4 ayak üzerinde yürüyen maymunlarla aynı
önkol anatomisine sahip olduğunu gösterdi.
94
Nitekim yıllar önce ünlü evrimci Richard Leakey de
Australopithecinelerin yürüyüş şekillerinin maymunlarınkine benzediğini söylemişti:
Aslında Rudolf
Australopithecineleri “boğum yürüyüşlü” pozisyonuna, günümüze kadar
gelen Afrikalı maymunlar kadar yakın olabilir.95
Paris Doğa Tarihi Müzesi’nden Christine Berg de, 1994 yılında
Journal of Human Evolution adlı dergide yayınlanan yazısında
Australopithecus‘un yürüyüş ve duruş şekillerini incelemiş ve insanlardan çok farklı oldukları sonucuna varmıştır:
Mevcut sonuçlar,
Australopithecus’un iki ayaklılığının Homo cinsinden farklı olması
gerektiği sonucuna getiriyor. Sadece Australopithecus’un yürürken kalça
ve dizlerini uzatma yeteneği daha az olduğu için değil, ancak aynı
zamanda leğen kemiğini ve bacaklarının alt kısmını daha farklı hareket
ettirdiği için. Görüldüğü kadarıyla Australopithecine insanlardan
belirgin şekilde farklı yürüyordu; yürüyüşü paytaktı, leğen kemiği ve
omuzları omurgasının çevresinde geniş dönüşler yapıyordu. Bu tür bir
yürüyüş insanın iki ayaklılığına oranla daha fazla enerji gerektirir.96
Londra Doğa Tarihi Müzesi Paleontoloji Bölümü’nden profesör Peter Andrews da
Australopithecus‘un daha çok maymunsu özellikler gösterdiğini, ağaçlarda yaşamaya uygun ayak yapısı olduğunu belirtmektedir. Profesör Andrews
Nature dergisinde yayınlanan makalesinde şöyle demektedir:
Gelişimsel özellikleri de
insandan çok maymunlara benzemektedir. Filogenetik açıdan hominidler
veya değiller, ancak bana göre ekolojik açıdan hala maymun olarak kabul
edilmelidirler. 97
Profesör Charles E. Oxnard,
Australopithecinelerin ara geçiş formu veya insanımsı olamayacaklarını, bunların özgün bir grup olduklarını şöyle kabul etmektedir:
Her durumda, ilk incelemeler
Australopithecus fosillerinin insanlara benzer olduğunu veya en kötü
ihtimalle insanlarla Afrika maymunları arasında geçiş formu olduklarını
öne sürse de, kanıtlarının tamamının incelenmesi gerçeğin farklı
olduğunu göstermektedir. Bu fosiller açıkça hem insanlardan hem de
Afrika maymunlarından farklıdırlar… Australopithecus özgündür…98
Australopithecus‘un insanın atası sayılamayacağı, ünlü Fransız bilim dergisi
Science et Vie gibi bilim dergileri tarafından da kabul edilmektedir. Derginin Mayıs 1999 sayısında bu konu kapak yapılmıştır.
Australopithecus afarensis türünün en önemli fosil örneği sayılan Lucy’i konu alan dergi,
“Adieu Lucy” (Elveda Lucy) başlığını kullanarak
Australopithecus türü maymunların insan soyunun kökeni olmadığı ve bunların soy ağacından çıkarılması gerektiğini yazmıştır.
99
Australopithecus‘un zaman içinde
iki ayaklı hale geldiği tezinin tutarsızlığını gösteren son bir bulgu,
Afrika ülkelerinden Uganda’nın Bwindi ormanlarında rastlanan
şempanzelerdir. Liverpool Üniversitesi araştırmacılarından Robin
Crompton’un keşfettiği şempanzelerin özelliği zaten iki ayak üzerinde
yürüyor olmalarıdır. İskoçya’nın
The Scotsman gazetesinde “İki Ayaklı Maymunlar Darwin’i Çiğnedi” başlığıyla verilen haberde Crompton şu yorumu yapmaktadır:
“Bu durum, genelde kabul edilen, dört ayağı üzerinde yürüyen şempanzelerden evrimleştiğimiz iddiasına aykırı.”100
Görüldüğü gibi
Australopithecus‘un insanın atası sayılması
için hiçbir neden yoktur. Bu cinse ait canlılar soyu tükenmiş bir maymun
türünden başka bir şey değildir.
Homo habilis

İki ayak üzerinde yürüyebilen Bwindi
şempanzeleri evrimicilerin iddialarını yalanlıyor.
|
Australopithecus‘un iskelet ve kafatası yapılarının
şempanzelerden neredeyse farksız oluşu ve canlıların dik yürüdükleri
iddiasının da sağlam kanıtlarla çürütülmesi, evrimci paleoantropologları
oldukça zor durumda bırakmıştır. Çünkü hayali evrim şemasında
Australopithecus‘dan sonra
Homo erectus gelir.
Homo erectus, isminin başındaki
“Homo” yani “insan” teriminden de anlaşıldığı gibi bir insan grubudur ve iskeleti de tamamen diktir. Kafatası hacmi
Australopithecus‘un iki katı kadardır. Şempanze benzeri bir maymun türü
Australopithecus‘dan, günümüz insanından farksız bir iskelete sahip olan
Homo erectus‘a geçmek ise, evrimci teoriye göre bile mümkün değildir. Dolayısıyla “bağlantı”lar, yani “ara form”lar gerekir. İşte
Homo habilis kavramı, bu zorunluluktan doğmuştur.
Homo habilis sınıflandırması 1960′lı yıllarda ailece “fosil avcısı” olan Leakeyler tarafından ortaya atıldı. Leakeylere göre,
Homo habilis olarak
sınıflandırdıkları bu yeni tür canlı, dik yürüme yeteneğine, göreceli
olarak büyük bir beyin hacmine, taştan ve tahtadan alet kullanma
yeteneğine sahipti. Bu sebeple insanın atası olabilirdi.
Oysa 80′li yılların ortalarından sonra bulunan aynı türe ait yeni
fosiller, bu görüşü tamamen değiştirecekti. Yeni bulunan fosillere
dayanan Bernard Wood ve Loring Brace gibi araştırmacılar, bunların,
“alet kullanabilen insan” anlamına gelen
Homo habilis yerine, “alet kullanabilen Güney Afrika maymunu” anlamına gelen
Australopithecushabilis olarak sınıflandırılması gerektiğini söylediler. Çünkü
Homo habilis,
Australopithecus ismi verilen maymunlarla birçok ortak özellik taşıyordu. Aynı
Australopithecus gibi
uzun kollu, kısa bacaklı ve maymunsu bir iskelet yapısına sahipti. El
ve ayak parmakları tırmanmaya uyumluydu. Çene yapıları tamamen günümüz
maymunlarınınkine benziyordu. 630 cc.’lik beyin hacimleri de bunların
birer maymun olduklarının bir göstergesiydi. Kısacası bazı evrimciler
tarafından bir ara form olarak gösterilen
Homo habilis, gerçekte tüm diğer
Australopithecineler gibi soyu tükenmiş bir maymundu.
İlerleyen yıllarda yapılan araştırmalar,
Homo habilis‘in gerçekten de
Australopithecus‘tan
farklı bir canlı olmadığını ortaya koydu. 1984 yılında Tim White
tarafından bulunan ve OH62 ismi verilen iskelet ve kafatası fosili, bu
türün günümüz maymunlarınınki gibi küçük beyin hacmine, dallara
tırmanmaya yarayan uzun kollara ve kısa bacaklara sahip olduğunu
gösterdi.
Amerikalı antropolog Holly Smith’in 1994 yılında yaptığı detaylı analizler de yine
Homo habilis‘in aslında
Homo yani insan değil, maymun olduğunu gösterdi. Smith,
Australopithecus,
Homo habilis,
Homo erectus ve
Homo neandertalensis türlerinin dişleri üzerinde yaptığı analizler hakkında şöyle diyordu:
Dişlerin gelişimi ve yapısı
kriterine dayanarak yaptığımız analizler, Australopithecus ve Homo
habilis türlerinin Afrika maymunlarıyla aynı kategoride olduklarını,
ancak Homo erectus ve Neandertal türlerinin günümüz insanlarıyla aynı
yapıya sahip olduğunu göstermektedir. 101
Aynı yıl Fred Spoor, Bernard Wood ve Frans Zonneveld, çok farklı bir
yöntemle yine aynı sonuca ulaştılar. Bu yöntem, başta belirttiğimiz gibi
insan ve maymunların iç kulaklarında yer alan ve denge sağlamaya
yarayan yarı-çembersel kanalların karşılaştırmalı analizine dayanıyordu.
Spoor, Wood ve Zonneveld insan morfolojisi gösteren ilk fosillerin
Homo erectus grubuna ait olduğunu,
Australopithecus‘un -ve
Australopithecus robustus olarak bilinen
Paranthropus‘un- ise klasik maymun karakteri sergilediğini şöyle özetlediler:
Fosil hominidler arasında, modern insan
morfolojisini gösteren ilk tür Homo erectus’tur. Tersine, Güney
Afrika’dan gelen ve Australopithecus ve Paranthropus olarak yorumlanan
kafatasındaki yarı dairesel kanal boyutları, günümüze kadar yaşayan
büyük maymunlara benzemektedir.
102
Stw 53 adındaki
Homo habilis örneği üzerinde de incelemeler yapan Spoor, Wood ve Zonneveld, şaşırtıcı bir biçimde, “Stw 53′ün,
Australopithecinelerden daha az iki ayaklı davranışları gösterdiğini” buldular. Bu
H. habilis örneğinin
Australopithecus türünden çok daha fazla maymuna benzediği anlamına geliyordu. Dolayısıyla söz konusu bilim adamları, Stw 53′ün
“Australopithecineler ve
H. erectus‘da görülen morfolojiler arasında ara geçiş olmasının mümkün olmadığı” sonucuna vardılar.
103
Wood ve Collard 1999 yılında
Science dergisinde yayınlanan yazılarında ise vardıkları sonucu şöyle tekrarladılar:
Homo için doğrulanabilir
kriterler üzerine kurularak düzeltilmiş bir tanım sunuyoruz; ve buna
göre Homo habilis ve Homo rudolfensis’in Homo cinsine dahil olmadığı
sonucuna varıyoruz. 104
Hatta S. Scherer-Hartwig ve R. D. Martin gibi bazı bilim adamları da yaptıkları incelemeler sonucunda,
Homo habilis‘in
Australopithecus‘dan daha çok maymun özellikleri gösterdiklerini belirttiler:
Australopithecus afarensis’e
(AL 288-1, “Lucy”) ve Homo habilis’e (OH 62, “Lucy’nin çocuğu”) isnat
edilen yetişkin iskeletlerinin her ikisi de alt ve üst uzuvların
kalıntılarını içeriyor. Bu iskeletlerin farklı uzuv kemiği ölçüleri
arasındaki ilişki Afrika maymunlarının ve insanlarınki ile kıyaslandı.
Şaşırtıcı olarak, OH 62′nin Afrika maymunlarına AL 288-1′den daha çok
benzerlik gösterdiği ortaya çıktı. Ancak iskeleti 1 milyon yıl daha
yaşlı olan A. afarensis, Homo habilis’in atası olarak kabul
edilmektedir.105
Ian Tattersall ise “The Many Faces of
Homo habilis” (
Homo habilis‘in Farklı Yüzleri) adlı makalesinde şu yorumu yapmaktadır:
Giderek daha da açık hale
geliyor ki, Homo habilis diğer hiçbir sınıflandırmaya dahil edilemeyen
fosillerin bir araya toplandığı bir artık sepeti haline geldi, ve bu
haliyle bir çok yönüyle birbirine hiç benzeşmeyen bir çok insansı
fosilin toplandığı bir kategori olmaktan öteye gitmiyor. 106
Baştan beri incelediğimiz tüm bu bulguların sonucunu özetlemek gerekirse, şu iki önemli sonuca varılabilir:
(1)
Homo habilis adıyla anılan fosiller, gerçekte
Homo yani insan sınıflamalarına değil,
Australopithecus (maymun) sınıflamalarına dahildir.
(2) Hem
Homo habilis hem de
Australopithecus türleri,
eğik yürüyen, yani maymun iskeletine sahip canlılardır. İnsanlarla
ilgileri yoktur, insanın sözde soy ağacındaki ara geçiş formları
değillerdir.
Homo erectus
Homo erectus ”dik yürüyen insan” anlamına gelir. Evrimciler
bu insanları, “erect” yani “dik” sıfatı ile öncekilerden ayırmak zorunda
kalmışlardır. Çünkü eldeki tüm
Homo erectus fosilleri,
Australopithecus ya da
Homo habilis örneklerinin aksine diktir.
Günümüz insanının iskeleti ile Homo erectus iskeleti arasında hiçbir fark yoktur.
Evrimcilerin
Homo erectus‘u “ilkel” saymaktaki en önemli
dayanakları ise, kafatası hacminin (900-1100 cc) günümüz insanının
ortalamasından küçüklüğü, dar alnı ve kalın kaş çıkıntılarıdır. Oysa
bugün de dünyada
Homo erectus‘la aynı kafatası ortalamasında
pek çok insan yaşamaktadır (örneğin pigmeler) ve bugün de çeşitli
ırklarda dar alın ve kaş çıkıntıları vardır (örneğin Avustralya
yerlileri Aborijinlerde).

Homo erectus bir ara geçiş formu değil, bir insan ırkıdır.Günümüzde homo
erectus ile aynı kafatası ortalamasında pek çok insan yaşamaktadır. bu,
homo erectus’un bir insan ırkı olduğunu, ara geçiş formu olmadığını
göstermektedir.
|
Kafatası hacmi farklılığının zeka ve
beceri yönünden hiçbir fark oluşturmadığı ise, bilinen bir gerçektir.
Zeka, beynin hacmine göre değil, beynin kendi içindeki organizasyonuna
göre değişir.
107
Homo erectus‘u dünyaya tanıtan fosiller, her ikisi de
Asya’da bulunan Pekin Adamı ve Java Adamı fosilleriydi. Ancak zamanla bu
iki kalıntının da güvenilir olmadıkları anlaşıldı. Pekin Adamı, sadece
alçıdan yapılmış ve aslı kaybolmuş modellerden ibaretti, Java Adamı ise
bir kafatası parçası ile ondan metrelerce uzakta bulunmuş bir leğen
kemiğinden oluşuyordu ve bunların aynı canlıya ait olduğuna dair hiçbir
gösterge yoktu. Bu nedenle Afrika’da bulunan
Homo erectus fosilleri giderek daha fazla önem kazandı.
Afrika’da bulunan
Homo erectus fosillerinin en ünlüsü olan Turkana Çocuğu’nun da incelenmesiyle,
Homo erectus‘un günümüz insanından bir farklılığının olmadığı kesinlik kazandı.

EVRİMCİ SAHTEKARLIKLARA BİR ÖRNEK: PEKİN ADAMI
Homo erectus’un beyninin büyük olduğunu gösteren kafatası parçası Homo
erectus’un dik yürüdüğünü gösteren kemik fosili Pekin Adamı
|
Evrimci paleoantropolog Richard Leakey bile
Homo erectus‘un günümüz insanı ile olan farklılığının ırksal farklılıktan öte bir anlam taşımadığını şöyle ifade eder:
Herhangi bir kişi
farklılıkları fark edebilir: Kafatasının biçimi, yüzün açısı, kaş
çıkıntısının kabalığı vs. Ancak bu farklılıklar bugün değişik
coğrafyalarda yaşamakta olan insan ırklarının birbirleri arasındaki
farklılıklardan daha fazla değildir. Böyle bir varyasyon, topluluklar
birbirlerinden uzun zaman aralıklarında ayrı tutuldukları zaman ortaya
çıkar.108
Connecticut Üniversitesi’nden profesör William Laughlin, Eskimolar ve
Aleut Adaları insanları üzerinde uzun yıllar anatomik incelemeler
yapmış ve bu insanlar ile
Homo erectus‘un şaşırtıcı derecede birbirlerine benzediklerini görmüştür. Laughlin’in vardığı sonuç, tüm bu ırkların gerçekte
Homo sapiens türüne (günümüz insanına) ait farklı ırklar olduğudur:
Hepsi Homo sapiens türüne ait
olan Eskimolar ve Avustralya yerlileri gibi uzak gruplar arasındaki
büyük farklılıkları dikkate aldığımızda, Homo erectus’un da kendi içinde
farklılıklar taşıyan bu türe (Homo sapiens’e) ait olduğu sonucuna
varmak çok mantıklı gözükmektedir.109

ARA GEÇİŞ FOSİLİ OLARAK SUNULAN TURKANA ÇOCUĞU, GÜNÜMÜZ İNSANINDAN FARKSIZDIR…
Afrika’da bulunan Homo erectus örneklerinin en ünlüsü, Turkana Çocuğu
adlı fosildir. Bu fosilin sahibinin 12 yaşında bir çocuk olduğu
saptanmıştır. Fosilin dik iskelet yapısı günümüz insanından farksızdır.
|
Homo erectus‘un yapay bir sınıflama olduğu,
Homo erectus kategorisine dahil edilen fosillerin gerçekte
Homo sapiens‘ten ayrı bir tür sayılacak kadar farklılık taşımadığı, bilim dergilerinde de giderek daha fazla dile getirilmektedir.
American Scientist dergisinde, bu konudaki tartışmalar ve 2000 yılında bu konuda yapılan bir konferansın sonucu şöyle özetlenmektedir:
Senckenberg konferansına
katılanların çoğu, Michigan Üniversitesi’nden Milford Wolpoff, Canberra
Üniversitesi’nden Alan Thorne ve meslektaşları tarafından başlatılan ve
Homo erectus’un taksonomik statüsünü ele alan ateşli tartışmaya dahil
oldular. Bunlar (Wolpoff ve Thorn) güçlü bir şekilde, Homo erectus’un
bir tür olarak geçerliliği bulunmadığını, tamamen ortadan kaldırılması
gerektiğini savundular. Homo cinsinin tüm üyeleri, 2 milyon yıl
öncesinden günümüze kadar, varyasyona oldukça açık ve geniş alanlara
yayılmış tek bir tür, yani Homo sapiens türüydü onlara göre, ve bu tür
içinde doğal kırılmalar ve alt bölünmeler bulunmuyordu. Konferansın
konusu, Homo erectus’un var olmadığıydı.110
Üstteki tezi savunan bilim adamlarının vardığı sonuç, “
Homo erectus,
Homo sapiens‘ten farklı bir tür değil,
Homo sapiens içindeki bir ırktır” şeklinde de özetlenebilir. Bir insan ırkı olan
Homo erectus ile “insanın evrimi” senaryosunda kendisinden önce gelen maymunlar (
Australopithecus, Homo habilis ve
Homo rudolfensis)
arasında ise büyük bir uçurum vardır. Yani fosil kayıtlarında beliren
ilk insanlar, evrim süreci olmadan, aynı anda ve aniden ortaya
çıkmışlardır.
Homo sapiens archaic, Homo heilderbergensis ve Cro-Magnon
Homo sapiens archaic, hayali evrim şemasının günümüz
insanından bir önceki basamağını oluşturur. Aslında bu insanlar hakkında
evrimciler açısından söylenecek bir şey yoktur, zira bunlar günümüz
insanından ancak çok küçük farklılıklarla ayrılırlar. Hatta bazı
araştırmacılar, bu ırkın temsilcilerinin günümüzde hala yaşamakta
olduklarını söyleyerek Avustralyalı Aborijin yerlilerini örnek
gösterirler. Aborijin yerlileri de aynı bu ırk gibi kalın kaş
çıkıntılarına, içeri doğru eğik bir çene yapısına ve biraz daha küçük
bir beyin hacmine sahiptirler. Ayrıca çok yakın bir geçmişte
Macaristan’da ve İtalya’nın bazı köylerinde bu insanların yaşamış
olduklarına dair çok ciddi bulgular ele geçirilmiştir.
Evrimci literatürde
Homo heilderbergensis olarak tanımlanan sınıflandırma ise, aslında
Homo sapiens archaic‘le
aynı şeydir. Aynı insan ırkını tanımlamak için bu iki ayrı kavramın
kullanılmasının nedeni, evrimciler arasındaki görüş farklılıklarıdır.
Homo heilderbergensis sınıflamasına
dahil edilen tüm fosiller, anatomik olarak günümüz Avrupalılarına çok
benzeyen insanların günümüzden 500 bin, hatta 780 bin yıl önce
İngiltere’de ve İspanya’da yaşadıklarını göstermektedir.

İspanya’nın kuzeyinde Gran Dolina Mağarası’nda bulunan 780.000 yıllık
insan fosilleri Homo heilderbergensis olarak sınıflandırıldı.
|
Cro-magnon sınıflaması ise, 30.000 yıl önceye kadar yaşadığı tahmin
edilen bir ırktır. Kubbe şeklinde bir kafatasına, geniş bir alına
sahiptir. 1600 cc’lik kafatası hacmi, günümüz insanının ortalamasından
fazladır. Kafatasında kalın kaş çıkıntıları vardır ve arka kısımda,
Neandertal Adamı’nın ve
Homo erectus‘un karakteristik özelliği olan kemiksi çıkıntı bulunmaktadır.
Avrupalı bir ırk olarak kabul edilmesine karşın, Cro-magnon
kafatasının yapısı ve hacmi, günümüzde Afrika ve tropik iklimlerde
yaşayan bazı ırklara fazlasıyla benzemektedir. Bu benzerliğe dayanarak,
Cro-magnon’un Afrika kökenli eski bir ırk olduğu tahmin edilir. Diğer
bazı paleoantropolojik bulgular, Cro-magnon ve Neandertal ırklarının
birbirleri ile kaynaşarak, günümüzdeki bazı ırklara temel
oluşturduklarını göstermektedir.
 |
FARKLI İNSAN IRKLARINA AİT FOSİLLER, EVRİMCİLER TARAFINDAN YARI MAYMUN-YARI İNSAN CANLILAR OLARAK YANSITILMAKTADIR.
Fosil kayıtlarında farklı insan ırklarına veya farklı maymun türlerine ait fosiller bulunmaktadır.
Ancak, evrimcilerin hayal ettikleri yarı maymun-yarı insan canlılara ait hiçbir kalıntı yoktur.
Resimde farklı ırklara ait insanlar görülmektedir.
resim1: Cro-magnon kafatası
resim2:Neandertal kafatası
resim 3: Neandertal kafatası |
Sonuç itibariyle, bu insanların hiçbiri “ilkel tür”ler veya ara geçiş
formları değildir. Tarih içinde yaşamış veya diğer ırklara karışıp
asimile olarak ya da soyları tükenip yok olarak tarih sahnesinden
çekilmiş farklı insan ırklarıdır.
Fosil kayıtlarında insanlar hep insan, maymunlar ise hep maymun olarak bulunmaktadır
Buraya kadar incelendiği gibi, fosil kayıtlarından elde edilen
bilgiler, insanın evrimi senaryosunun hiçbir bilimsel dayanağı
olmadığını göstermektedir. Fosil kayıtlarında ya insanlara ya da maymun
ve maymun benzeri canlılara ait kalıntılar bulunmaktadır; evrimcilerin
bulmayı umdukları ara geçiş formlarından ise eser yoktur. Nitekim böyle
bir evrimi sağlayabilecek bir doğa mekanizması da yoktur. Daha tek bir
protein molekülünün tesadüfen nasıl ortaya çıkmış olabileceğini
açıklayamayan evrim teorisinin, insan gibi son derece kompleks bir
bedene, düşünmek, sevinmek, karar vermek, idrak etmek, estetikten ve
sanattan zevk almak, beste yapmak, resim çizmek, kitap yazmak gibi
yetenek ve özelliklere sahip bir varlığın rastlantısal mutasyonlar
sonucunda maymun benzeri hayvanlardan nasıl evrimleştiğini
açıklayabilmesi, kesinlikle imkansızdır.
Kısacası insanın evrimle ortaya çıktığına dair hiçbir kanıt yoktur ve
zaten böyle bir değişimin olması da mümkün değildir. Evrimcilerin bunu
kabullenmek istemeyişleri, gerçeği değiştirmez. İnsanın Yaratıcısı
tesadüfler değil, alemlerin Rabbi olan, Üstün ve Güçlü, Yüce Allah’tır
26 The Wall Street Journal, 9 Aralık 1986.
27 Richard Monastersky, “Waking Up to the Dawn of Vertebrates”, Science News, vol. 156, no. 19, 6 Kasım 1999, s. 292.
28 Robert Wesson, Beyond Natural Selection, MIT Press, Cambridge, Mass., 1991, s. 50.
29 Keith Stewart Thomson “The Origin of Tetrapods,” American Journal of Science, vol. 293-A:58, 1993, s. 39.
30 Lewis L. Carroll, “Problems of the Origin of Reptiles”, Biological
Reviews of the Cambridge Philosophical Society, vol. 44, s. 393.
31 Robert L. Carroll, Vertebrate Paleontology and Evolution, W. H. Freeman and Co., New York, 1988, s. 198.
32 Stephen Jay Gould, “Eight (or Fewer) Little Piggies”, Natural History, no. 1., Ocak 1991, vol. 100, s. 25.
33 Barbara J. Stahl, Vertebrate History: Problems in Evolution, Dover, 1985, s. 238-39.
34 A. S Romer, Vertebrate Paleontology, 3rd ed., Chicago University Press, Chicago, 1966, s. 120.
35 Ryosuke Motani, “Rulers of the Jurassic Seas”, Scientific American, Nisan 1993 Özel Sayı, s. 18.
36 Ryosuke Motani, “Rulers of the Jurassic Seas”, Scientific American, Nisan 2003 Özel Sayı, s. 18.
37 Ryosuke Motani, “Rulers of the Jurassic Seas”, Scientific American, Nisan 2003 Özel Sayı, s. 18.
38 E. H. Colbert, M. Morales, Evolution of the Vertebrates, New York, John Wiley and Sons, 1991, s. 193.
39 Chris McGowan, In The Beginning… A Scientist Shows Why The Creationists Are Wrong, Prometheus Books, 1984, s. 158-159.
40 Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, Burnett Books, London, 1985, s. 181-182.
41 Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, 1985, s. 180-181.
42 Chris E. Gow, An Ictidosaur Fossil
From North America, Şubat 1983; W. R. Bird, The Origin of Species
Revisited, New York, 1991, s. 221.
43 Kermack, Kermack & Mussett, The Welsh Pantothere Kuehneotherium Praecursoris, 47 J. Linnean Society 418, 418 1968.
44 Tom Kemp, “The Reptiles That Became Mammals”, New Scientist, vol. 92, 4 Mart 1982, s. 583.
45 Roger Lewin, “Bones of Mammals, Ancestors Fleshed Out”, Science, vol. 212, 26 Haziran 1981, s. 1492.
46 Eric Lombard, “Review of Evolutionary Principles of the Mammalian
Middle Ear, Gerald Fleischer”, Evolution, vol. 33, Aralık 1979, s. 1230.
47 Robert L. Carroll, Patterns and Process of Vertebrate Evolution, Cambridge University Press, 1998, s. 329.
48 Ashby L. Camp, “The Overselling of Whale Evolution”, Creation
Matters, a newsletter published by the Creation Research Society,
Mayıs/Haziran 1998.
49 National Geographic, “Balinaların Evrimi”, Kasım 2001, s. 163.
50 Robert L. Carroll, Patterns and Processes of Vertebrate Evolution, Cambridge University Press, 1998, s. 329.
51 G. A. Mchedlidze, General Features of the Paleobiological Evolution
of Cetacea, Rusça’dan tercüme (Rotterdam: A. A. Balkema), 1986, s. 91.
52 B. J. Stahl, Vertebrate History: Problems in Evolution, Dover Publications, Inc., 1985, s. 489.
53 Michel C. Milinkovitch, “Molecular phylogeny of cetaceans prompts
revision of morphological transformations”, Trends in Ecology and
Evolution, vol. 10, Ağustos 1995, s. 328-334.
54 Getting the Facts Straight, A Viewer’s Guide to PBS’s Evolution, Seattle Discovery Institute Press, 2001.
55 S. L. Olson, Open Letter to: Dr. Peter Raven, Secretary, Committee
for Research and Exploration, National Geographic Society, 1 Kasım 1999.
56 Michael J. Denton, Nature’s Destiny, Free Press, New York, 1998, s. 361.
57 David Williamson, “Scientist Says Ostrich Study Confirms Bird ‘Hands’
Unlike Those Of Dinosaurs”, EurekAlert, 14-Aug-2002,
http://www.eurekalert.org/pub_releases/2002-08/uonc-sso081402.php
58 A. Elzanowski, “A comparison of the
jaw skeleton in theropods and birds, with a description of the palate in
the Oviraptoridae”, Smithsonian Contributions to Paleobiology, 1999,
vol. 89, s. 311-323.
59 Alan Feduccia, “Birds are Dinosaurs: Simple Answer to a Complex Problem”, The Auk, Ekim 2002, vol. 119, no. 4, s. 1187-1201.
60 V. Morell, “A Cold, Hard Look at Dinosaurs”, Discover, 1996, vol. 17, no. 12, s. 98-108.
61 Robert L. Carroll, Vertebrate Paleontology and Evolution, Cambridge University Press, 1998, s. 336.
62 Peter Dodson, “Mesozoic feathers and fluff”, American Paleontologist, 2001, vol. 9, no. 1, s. 7.
63 Alan Feduccia, “Birds are Dinosaurs: Simple Answer to a Complex Problem”, The Auk, Ekim 2002, vol. 119, no. 4, s. 1187-1201.
64 Alan Feduccia, “Birds are Dinosaurs: Simple Answer to a Complex Problem”, The Auk, Ekim 2002, vol. 119, no. 4, s. 1187-1201.
65 Alan Feduccia, “Birds are Dinosaurs: Simple Answer to a Complex Problem”, The Auk, Ekim 2002, vol. 119, no. 4, s. 1187-1201
66 Alan Feduccia, “Birds are Dinosaurs: Simple Answer to a Complex Problem”, The Auk, Ekim 2002, vol. 119, no. 4, s. 1187-1201.
67 A. H. Brush, “On the Origin of Feathers”, Journal of Evolutionary Biology, vol. 9, 1996. s. 132.
68 Xing Xu, Zhi-Lu Tang, Xiao-Lin Wang, “A therizinosauroid dinosaur
with integumentary structures from China”, Nature, 1999, vol. 399, s.
350-354.
69 Alan Feduccia, “Birds are Dinosaurs: Simple Answer to a Complex Problem”, The Auk, Ekim 2002, vol. 119, no. 4, s. 1187-1201.
70 Alan Feduccia, “Birds are Dinosaurs: Simple Answer to a Complex Problem”, The Auk, Ekim 2002, vol. 119, no. 4, s. 1187-1201.
71 http://www.geocities.com/CapeCanaveral/Hall/2099/DinoKabin.html
72 Peter Dodson, “Response by Peter Dodson”, American Paleontologist, 2001, vol. 9, no. 4, s. 13-14.
73 B. J. Stahl, Vertebrate History: Patterns in Evolution, Dover, New York, 1985, s. 350.
74 Larry Martin, S. A. Czerkas, “The Fossil Record of Feather Evolution
in the Mesozoic”, American Zoology, 2000, vol. 40, s. 687-694.
75 R.O. Prum, “Development and Evolutionary Origin of Feathers”, J. Experimental Zoology, 1999, vol. 285, s. 291-306.
76 K. Parkes, Speculations on the Origin of Feathers, Living Bird, 1966, vol. 5, s. 77-86.
77 W. P. Pycraft, Animal Life: an Evolutionary Natural History, vol. II – A History of Birds, Methuen, London, 1910, s. 39.
78 Larry Martin, S. A. Czerkas, The Fossil Record of Feather Evolution
in the Mesozoic, American Zoology, 2000, vol. 40, s. 687-694.
79 K. Parkes,” Speculations on the Origin of Feathers”, Living Bird, 1966, vol. 5, s. 77-86.
80 W. P. Pycraft, Animal Life: an Evolutionary Natural History, vol. II – A History of Birds, Methuen, London, 1910, s. 39.
81 W. J. Bock, “Explanatory history of the origin of feathers”, American Zoology, 2000, vol. 40, s. 478-485.
82 W. J. Bock, “Explanatory history of the origin of feathers”, American Zoology, 2000, vol. 40, s. 478-485.
83 C. E. A. Turner, “Archæopteryx, a bird: No link”, Evolution Protest Movement, Eylül 1973.
84 M-P. Schutzenberger, in “The Miracles of Darwinism: Interview with
Marcel-Paul Schutzenberger,” Origins & Design, vol. 17, no. 2,
Spring 1996, s.10-15.
85 Nature, 12 Temmuz 2001.
86 Henry Gee, In Search of Deep Time, Cornell University Press, Ithaca, 1999, s. 211.
87 Henry Gee, “Return to the planet of the apes,” Nature, 12 Temmuz 2001, vol. 412, s. 131-132.
88 Bernard Wood, ” Origin and evolution of the genus Homo”, Nature, 1992, vol. 355, no. 6363, s. 783-90.
89 Richard C. Lewontin, “Human Diversity,” Scientific American, Library: New York NY, 1995, s. 163.
90 Michael D. Lemonick, “How Man Began”, Time Magazine, Mayıs 1994.
91 Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, Toplinger Publications, New York, 1970, s. 75-94.
92 Charles E. Oxnard, “The Place of Australopithecines in Human Evolution: Ground for Doubt”, Nature, vol. 258, s. 389.
93 Fred Spoor, Bernard Wood, Frans Zonneveld, “Implication of Early
Hominid Labryntine Morphology for Evolution of Human Bipedal
Locomotion”, Nature, vol. 369, 23 Haziran 1994, s. 645-648.
94 B.G. Richmon, D.S. Strait, “Evidence that humans evolved from a
knuckle-walking ancestor”, Nature, 2000, vol. 404, no. 6776, s. 382.
95 R. E. F. Leakey, “Further Evidence of Lower Pleistocene Hominids from
East Rudolf, North Kenya”, Nature, vol. 231, 28 Mayıs 1971, s. 245.
96 Christine Berg, “How Did the Australopithecines Walk? A Biomechanical
Study of the Hip and Thigh of Australopithecus afarensis,” Journal of
Human Evolution, vol. 26, Nisan 1994, s. 259-273.
97 Peter Andrews, “Ecological Apes and Ancestors,” Nature, 17 Ağustos 1995, vol. 376, s. 555-556.
98 Dr. Charles E. Oxnard, in Fossils, Teeth and Sex-New Perspectives on
Human Evolution, University of Washington Press, Seattle and London,
1987, s. 227.
99 Isabelle Bourdial, “Adieu Lucy”, Science et Vie, Mayıs 1999, no. 980, s. 52-62.
100 The Scotsman.com: “Chimps on two legs run through Darwin’s theory” http://news.scotsman.com/index.cfm?id=1016102002
101 Holly Smith, American Journal of Physical Antropology, vol. 94, 1994, s. 307-325.
102 Fred Spoor, Bernard Wood & Frans Zonneveld, “Implications of
Early Hominid Labyrinthine Morphology for Evolution of Human Bipedal
Locomotion”, Nature, vol. 369, 23 Haziran 1994, s. 645.
103 Fred Spoor, Bernard Wood, Frans Zonneveld, “Implications of Early
Hominid Labyrinthine Morphology for Evolution of Human Bipedal
Locomotion”, Nature, vol. 369, 23 Haziran 1994, s. 648.
104 Bernard Wood ve M. Collard, “The Human Genus,” Science, 2 Nisan 1999, vol. 284, s. 65-71.
105 S. Scherer-Hartwig, R. D. Martin, “Was “Lucy” more human than her
“child”? Observations on early hominid postcranial skeletons”, Journal
of Human Evolution, 1991, vol. 21, s. 439-49.
106 Ian Tattersall, “The Many Faces of Homo habilis” Evolutionary Anthropology, 1992, s. 33-37.
107 Marvin Lubenow, Bones of Contention, Grand Rapids, Baker, 1992, s. 136.
108 Boyce Rensberger, The Washington Post, 19 Kasım 1984.
109 Richard Leakey, The Making of Mankind, Sphere Books, London, 1981, s. 62.
110 Pat Shipman, “Doubting Dmanisi”, American Scientist, Kasım-Aralık 2000, s. 491.